1 Aralık 2012 Cumartesi

Pir-i Türkistan Ahmet Yesevi


Bismillah’la başlayarak hikmet söyleyip,
Tâliplere inci, cevher saçtım işte.
Riyâzeti katı çekip, kanlar yutup,
Ben Defter-i sâni sözünü açtım işte.


İslamiyetin kabulünden sonra Türklerin bir kısmı anayurtları olan Orta Asya’dan batıya doğru göç etmeye başlamışlar. Daha sonraki dönemlerde bütün Balkanları içine alacak şekilde genişlemiştir. Böylece Orta Asya’dan Kafkaslara,Kafkaslardan Anadolu’ya,Anadolu’dan Balkanlara uzanan geniş bir Türk coğrafyası oluşmuştur. Bu göç aynı zamanda dini inanış, kültür ve yaşayışın da göçünü sağlamış, fiziki coğrafyanın yanında dini kültürel bir Türk-İslam coğrafyası da doğmuştur.Çünkü Orta Asya’da gelişen ilim ve kültür, Müslüman-Türk alimler tarafından bu coğrafyaya da taşınmıştır.Bu aynı zamanda dini, ilmi ve kültürel birliğin de taşınması anlamına gelmektedir. Bu ocakta yanan aşıkların ilk mutasavvıfların başında da hiç şüphesiz Ahmed-i Yesevi hazretleri gelir. Peki “Pîr-i Türkistan” diye anılan, adı Orta Asya, Kafkasya ve Anadolu Türkleri arasında âbideleşen bu Türk mutasavvıfı kimdir? Ahmet Yesevi,bir din tebliğcisi, bir mürşid mutasavvıf, kendi adıyla anılan tarikat kurucusu, Mevlananın, Yunusun, Hacı Bektaşi Velinin ilham aldığı büyük aşık ve en nihayetinde Türk-İslam davasının büyük ülkücüsüdür.
Ahmed Yesevi’nin hangi yılda doğduğu ile ilgili kesin bir bilgi yoktur. Doğum tarihi belli olmayan Yesevi’nin,”Divan-ı Hikmet”teki şu:
Tört yüz yıldan keyin çığıp ümmet bolğay,
Neça yıllar yürüb halqa hizmat qılğay.
Beyitini göz önünde bulundurursak, onun her halde hicri dördüncü asrın ikinci yarısında doğduğunu söyleyebiliriz. Doğduğu yer ile ilgili de kesin bir bilgi olmamasına karşı Ahmed Yesevi bir başka beyitinde doğum yerinin Türkistan(Yesi) olduğunu şöyle belirtir:
Doğum yerim ol mübarek Türkistan’dan
Bağrıma taş vurup geldim işte
Annesini ve babasını erken yaşta kaybeden Ahmet Yesevî’nin ilk intisâbı ve feyz kaynağı Arslan Baba’dır. İlk şeyhinin vefâtından sonra Gazzâlî ile pîrdaş olan Buhârâ’nın meşhur şeyhi Yûsuf Hemedânî’ye (ö.535/1140) intisâb etti. Hemedânî hanefî mezhebine bağlı, fıkıh ve hadîs âlimiydi. Yesevi şeyhinin ilk dört halifesinden biri ve üçüncüsüdür.Şeyhlerinden öğrendiği İslami bilgilerle Türklere İslamı yaymayı kendisine benimsemiştir.Yesevi, nasihat ve İslami bilgileri ile kendinden sonraki nesiller için de “Divanı Hikmet”i hediye bırakmıştır. Türkiye Diyanet Vakfı tarafından ilk kez 1993 yılında -UNESCO tarafından Ahmed Yesevi yılı ilan edilmesi münasebeti ile- basılmıştır.



Ahmed Yesevi’nin “Divanı Hikmet”i Türk kültürünün Orta Asya sahasında İslamın kabulüyle başlayan bir değişim ve yeniden yapılanma sürecinin ilk ürünlerindendir. “Divanı Hikmet” eski Türk inancını sürdüren, İslamın iman ve akide inceliklerini henüz tam anlamıyla bilmeyen, yarı yerleşik Türk topluluklarına hitap etmek için önce sözlü olarak anlatılmış daha sonra kaleme alınmıştır.Yesevi’nin,İslam ruhuna uygun ideal insan ve ideal toplum oluşturma niyetiyle ürettiği bu eğitici metinden, daha sonraki dönemlerde yaşayan mutasavvıflar da etkilenmiştir.Mesela Yûnus’un yetişmesi bile onun hazırladığı ortamda gerçekleşti. Nitekim Yûnus’un şiirlerinde Yesevî izleri açıkça görülmektedir:

Yesevî Yûnus
Aşkın kıldı şeydâ mini Aşkın aldı benden beni
Cümle âlem bildi mini Bana Seni gerek Seni
Kaygum sinsin tüni küni Ben yanarım dün ü günü
Minge sin ok kireksin Bana Seni gerek Seni
Ahmet Yesevi, kendinden sonra da uygulanan “hikmet” tarzının kurucusu, tasavvufi mahiyyetteki şiirleri ve tesis ettiği tarikati ile Türklerin manevi hayatı üzerinde asırlarca tesir etmiş bir şahsiyettir. Özellikle de “Milli Birlik” ve “Müslüman Türk” kimliğinin oluşmasındaki hizmetleri ile bilinir. Yesevi’ye göre şu beş esas “Milli kimliğin” temel taşlarıdır:
1. Din (inanç),
2. Dil (edebiyat ve şiir),
3. Mefkûre (ülkü ve kültür),
4. Coğrafya (vatan),
5. İktisadi hayat (ve nüfus),
Bu beş esas açısından Ahmed Yesevî’nin tesirini araştırdığımızda onun milli kimliğimizde derin izlerini görürüz.
1. Din (İnanç) Açısından
Türkler Ahmed Yesevî’den bir kaç asır evvel İslâmiyeti kabul etmeye başlamışlardı. Onun sayesinde Müslümanlık, Arapça ve Farsça bilmeyen Bozkır Türkleri ve göçebe halk arasında yayılma imkânı buldu. Yetiştirdiği binlerce mürîd ve müntesibi vardı. Nitekim menkıbelere göre 99.000 mürîd ve 12.000 ehl-i suffasının bulunduğu rivâyet edilir. Mürîdleri onun emriyle “dârül cihad” olarak bilinen Anadolu ve Balkanlara koştular, Kafkasya ve Suriye’ye yerleştiler. İslâm’ın o bölgelerde yayılmasına katkıda bulundular. Evliya Çelebi’nin Seyâhatnâme’sinde, Tarihçi Âli’nin Künhül-ahbâr adlı eserinde verdiği bilgilere göre Balkanlar’da ve Anadolu’da tekke açıp irşâd yapan ve türbeleri bilinen sayıları on beşe yakın Yesevî mensûbundan bahsedilir. Onlar da şunlardır:
a- Azerbaycan-Niyâzâbâd’da Avşar Baba,
b- Yozgat-Bozok’ta Emîr-i Çin Osman,
c- Tokat-Zile’de Şeyh Nusret,
d- Tokat’ta Gajgaj Dede,
e- Amasya-Merzifon’da Pîr Dede,
f- Nevşehir- Hacıbektaş’ta Hacı Bektâş Velî,
g- Bursa’da Geyikli Baba ve Abdal Musa,
h- İstanbul-Unkapanı’nda Horoz Mehmed Dede,
i- Bulgaristan-Varna Batova’da Akyazılı Baba,
j- Bulgaristan-Filibe yolu üzerinde Kıdemli Baba Sultan,
k- Bulgaristan- Silistre ve Lofça’da Sarı Saltuk,
l- Bulgaristan-Deliorman’da Demirci Baba
Selçuklular ve Osmanlılar döneminde Anadolu’ya gelen alperenlerin ekserisi Yesevî ya da Bâbâî dervîşiydi. Yesevî mensupları diğerleri gibi Anadolu ve Balkanlar’ın dini dokusunu oluşturdular. Yesevîlik, XV. asırdan sonra aynı koldan ayrılan ve prensipleri birbirine yakın Nakşîbendîlik aracılığıyla tesirini ve dini kimliğimizdeki izlerini sürdürdü. Yûsuf Hemedânî’nin halîfesi olan Yesevî, Yesevîliği; Abdülhâlık Gücdüvâni de önceleri Hâcegâniyye denilen ve daha sonra Nakşibendîlik adını alacak olan yolu devam ettirmiştir. Nakşî tarîkatı kurucusu Muhammed Bahâeddin Buhârî’nin şeyhleri arasında bir Yesevî şeyhinin de bulunması bu iki tarîkat arsındaki târihi yakınlığın devamı sayılabilir.
Yesevîliğin bir kolunun da Bektâşîlik şeklinde devam ettiği, Hacı Bektâş Velî’nin bizzat Yesevî halîfesi olmasa bile, Lokman Perende vasıtasıyla ona bağlı bulunduğu Bektâşî velâyetnâmelerinde belirtilmektedir. Tarihi açıdan irtibatları pek kesin bilinmeyen Bektâşî ve Yesevî ilişkisi bazı delillerle kanıtlansa bile Bektâşîliğin daha sonra bozularak Yesevîlik izlerinden çıktığı görülmektedir.

2. Dil (Edebiyat ve Şiir) Açısından
Bir milletin kimliğini dokuyan unsurlardan biri de dildir. Dil en önemli kültür, sanat ve iletişim aracıdır. Dilin gelişmesi, milletin özgüvenini arttırır. Ahmed Yesevî Müslüman Türk kimliğinin oluşmasında, edebiyat ve şiirin gelişmesinde Yûsuf Has Hâcib ve Kâşkarlı Mahmud’dan sonra en önemli katkıyı sağlayan kişidir. Çünkü o Türkçe yazan ilk tasavvufî Türk şahsiyettir.
Türkler arasında din âlimi olmak bakımından Ahmed Yesevî ilk değildir şüphesiz. Hicri II. asırdan itibaren IV. ve V. asırda Horasan ve Buhârâ’dan pek çok ilim adamı ve hatta mutasavvıf yetişmiştir. Nitekim İbn Mübârek, Buhârî, Neseî, Tirmizî, Müslim, Mâtüridî, Fârâbî ve İbn Sînâ hep bu bölgedendir. Ahmed Yesevî’nin bunlardan farkı Türkçe söylemesi, en sade insanın bile anlayabileceği bir dil kullanmasıdır. Diğerleri ise genelde Arapça, bazen de Farsça yazmışlardır.
Daha sonraları İran ve Arap edebiyatının tesiri altında gelişecek olan Dîvan Edebiyatımızdan çok önce Ahmed Yesevî “didaktik” mahiyette halkı irşâd için şiir ve hikmetler yazmıştır. Bunlar gerek besteli gerekse bestesiz okunarak Tasavvufî Halk ve Tekke Edebiyatını oluşturmuştur. Bu hikmetler sayesinde halk, hem şerîatı, hem tarîkatı, hem de tarîkat âdâbını öğrenmiştir. Hikmetlerin biri dînî, diğeri milî olmak üzere iki boyutu vardır. Dîni boyutu İslâmî anlatımıdır. Millî boyutu ise hece vezni ile yazılmış olmasıdır.
Yûnus Emre’nin geliştirdiği tarz, Yesevî’nin açtığı yoldur. İlâhî hikmet ve diğer edebî mahsûllerin millî hars ve heyecanımızı devam ettirmede ne kadar müessir olduğunu uzun uzun îzâha gerek yoktur.

3. Mefkûre (Ülkü ve Kültür) Açısından
Îmân ve ideal birliği de diyebileceğimiz mefkûre anlayışı, milleti meydana getiren fertlerin ortak heyecanlar etrafında toplanması demektir. Ahmed Yesevî, halkı şerîat ve tarîkat çerçevesinde belli bir eğitimle ileri ufuklara yönlendirmiş, onlara yol ve yön göstermiştir. Dervîş ve halîfelerini “dâru’l-cihâd” olarak bilinen Anadolu’ya göndererek inandığı idealleri hayata geçirmeye ve kalblerin fethine mesai sarf etmiştir. Başta Yesevîlik olmak üzere tasavvuf çevrelerince geliştirilen ve halkın eğitimini sağlayan tekkeler Osmanlı’da ülkü ve kültür birliğinin temel taşlarını oluşturur.

4. Coğrafya (Vatan) Açısından
Milletin en önemli temel varlığı, coğrafyası; yâni toprak ve vatanıdır. Vatan bir toprak parçasıdır. Ancak uğrunda ölündüğü zaman vatan olur. Her şeyden önce kalblerin fethini esas alan Ahmed Yesevî ve Yesevî dervîşleri Vatan toprağının sağlanması ve korunması konusunda kimliğimize ilk imzâyı atanlardandır. Vatanın kültürel kirlenmişlikten korunması ve vatan sathında başka kimliklerin yayılmasına izin verilmemesi milli bünyeyi korur. Vatan toprağı olmadan millet ve devlet olmaz. Yesevî, Türklere yeni yurt ve yeni vatan edinmeyi, gittikleri yerleri İslâmlaştırmayı öğretmiş ve bu sâyede bugün geniş bir milli coğrafya meydana gelmiştir.

5. İktisâdî Hayat ve Nüfus Açısından
Ekonomi sınırsız ihtiyaçların sınırlı kaynaklardan temin edilmesi ilmidir. Bugünün modern ekonomisi de ihtiyaçların sınırsız, kaynakların sınırlı olduğunu kabul etmektedir. Ahmed Yesevî ve diğer mutasavvıfların anlayışında ise kaynaklar sınırsızdır ama ihtiyaçlar sınırsız olmamalıdır. İhtiyaçların; yâni tüketimin belli ölçüde sınırlandırılması, insanlardaki doyumsuzluğa bir sınır getirilmesi gerekmektedir. Ahmed Yesevî ve Yesevîler insanımıza bu mânâda iktisâdî yaşamayı öğreten, el emeği ile geçinmeyi telkîn eden mürşidlerdir. Nitekim Ahmed Yesevî halka örnek olmak için maişetini sağlamak üzere kaşık yontarak geçimini temin etmiştir. Tekkeleri bir tembelhane, dervîşleri de miskin ve tembel insanlar hâline getirmemiştir. Yesevî dergâhlarıyla diğer tekkelerde tarîkat erbâbının bir iş ve meslek sahibi kılınmasına özen gösterilmiştir. İktisadî hayat, devletin gücünü ve milletin kudretini gösterir. İktisadi hayatta nüfus da her zaman çok önemli bir unsurdur. Üretken ve kalabalık bir nüfus dâimâ büyük güç kaynağıdır.
Bu ülkünü benimseyip,kendisini İslamı Türk Dünyasına yaymakla mükellef bilen Hoca Ahmed Yesevi an’aneye göre, altmış üç yaşında tekkesinin avlusundaki çilehânede kabre benzeyen bir çukur kazdırarak vefâtına kadar zaman zaman bu hücreye girip ibâdet ve zikirle meşgul olurdu. Bunun muhtemel iki sebebi olmalıdır:
1. Hz. Peygamber 63 yaşında ölmüştü. O’na benzemek için,
2. “Ölmeden evvel ölmek” sırrına ermek üzere râbıta-i mevt için.
Yesevî, Dîvân-ı Hikmet’inde bu konuya şu beyitlerle işâret eder:

Eya dostlar kulak salıng ayduğumga
Ne sebebdin altmış üçte kirdim yirge
Mi’rac üzre hak Mustafâ rûhum kördi
Ol sebebden altmış üçte kirdim yirge[2]
Son olarak Hicri takvimle 562 yılında ebediyete kavuşan Mutasavvıf ocağının -o ocak ki Mevlanalar,Yunuslar,Hacı Bektaşi Veliler yetişti- işte o ocağın tüstüsünden bütün Türk-İslam sevdalılarına gelen esintidir Pir-i Türkistan Hoca Ahmed-i Yesevi.
Nerde görsen gönlü kırık, merhem ol sen;
Öyle mazlum yolda kalsa, hemdem ol sen;
Mahşer günü dergâhına mahrem ol sen;
Ben-sen diyen kimselerden geçtim işte.

Kaynakça:
Ahmed –I Yesevi:Divan-ı Hikmet,Kazan 1901.
Alaaddin Mehmedoğlu:Yesevilik Tarikatinin Azerbaycan’a Tesiri üzerine,Milletlerarası Hoca Ahmed Yesevi Sempozyumu.
Kemal Eraslan:Ahmed Yesevi,Hacı Bektaşı Veli,Mevlana Celaleddin Rumi sempozyumu
Mehmed Fuat Köprülü:Türk Edebiyyatında İlk Mutasavvıflar
Ahmedov Kemalov:Yesevinin Hikmetleri,

 Ilgar Gurbanli
Kategorisi: Gündem Yazılar ıulkuocaklari.org.

Hiç yorum yok: