1 Aralık 2012 Cumartesi

Ataturk Sevdalisi!!! Levantenler ve Gercek Yuzleri; Beyaz Turklerin Bayrak Tasiyanlari asil kimlerdir!!!

"İstanbul'da bu çirkin mahlûkâtın yuvası olan ve Beyoğlu denilen bir yer vardır ki, planını domuz kasapları çizmiş, temelini şarap tacirleri kurmuş sanılır ve İstanbul'un, asıl İstanbul'un sessiz, mütevazı şekli karşısında zevksizliğin ve soysuzluğun sinir hırpalayıcı bir âbidesi gibi durur Levantenler...

Ilk Levanten Cikisi!
Sekiz yıllık kesintisiz eğitim aleyhine 29 Temmuz 1997 Salı günü Ankara'da yapılan yürüyüşte protestoculara Ataturk posteriyle karsi duran ve kahraman ilan edilen Amerika'da yaşayan Chantal Zakari adında İzmirli bir levanten ailenin kizinin bunu neden ve hangi amacla yaptigi belliydi. Levanten bir ailenin Ataturk'u sevmesini anlamak kesinlikle mumkun olmamistir. Yakin Tarihimize bakarsak bunu cok net anlariz.
Kimdir Levantenler, ki Yakup Kadri Karaosmanoğlu tarafından "çirkin mahlûkât" diye tavsif edilmiştir.

Bilindiği gibi Venedikli ve Cenovalı tüccarlar, XIII. yüzyıldan itibaren İstanbul'un ticaret hayatında önemli bir yere ve imtiyazlara sahip olmuşlardı. Aynı imtiyazları fetihten sonra da kullandılar. XVI. yüzyılda, kapitülasyonlar, bu sınıfa önce Fransız, daha sonra da İngiliz tüccarların katılmasına yol açtı. Özellikle Galata, Haliç gibi ticaret merkezleriyle Boğaziçi'ne ve Adalar'a yerleşen ve çoğunluğu Hıristiyan olan bu tüccarlar, zaman içinde, din ve dillerini korumakla beraber, yerli halkla evlilik yoluyla akrabalık ilişkileri kurup Osmanlı şehir hayatının geleneklerini ve örflerini benimsediler ve bu arada, sahip oldukları imtiyazları çok iyi kullanarak çok büyük bir ekonomik güç haline geldiler.



Böylece başta İstanbul olmak üzere, İzmir, İskenderun, İskenderiye gibi önemli liman şehirlerinde, Fransızların "doğulu" mânâsında levantin dedikleri, ancak ne tam doğulu, ne tam batılı, kendine has özellikleri olan bir topluluk doğdu ve bu topluluk, ekonominin yanısıra, XVIII. yüzyıldan itibaren Devlet—i Aliyye'nin Avrupa ülkeleriyle siyasî ve diplomatik münasebetlerinde de tayin edici bir rol oynamaya başladı. Osmanlı tâbiiyetindeki Rum ve Ermenilerden bazıları da zamanla levantenlerle özdeşleşerek onların sahip oldukları ayrıcalıklarından faydalanmaya başladılar. Ve Müslüman halk, levantenleşen ve levantenleşmeye çalışan yerli ve Rum ve Ermenileri, asıl levantenlerden ayırmak maksadıyla Tatlısu Frengi diye adlandırdı.

Islahat Fermanı ve Tanzimat'ın yeni imtiyazlar kazandırdığı levantenler, bu dönemde Avrupa sermayesiyle de ortaklıklar kurarak madencilik sektörünü ele geçirmiş, bir yandan devlet tahvili komisyonculuğu yaparak, diğer yandan borsa oyunlarıyla öncekini kat kat aşan ekonomik bir güç kazanmışlardı. Buna karşılık hiç bir yükümlülükleri yoktu. Yaşadıkları bölgeler, özellikle elçiliklerin de yer aldığı Altıncı Daire, yani Galata ve Beyoğlu civarı, yerli Müslüman halk tarafından her zaman yabancı bir âlem ve bir günah beldesi olarak algılanmıştı, fakat alafrangalaşan Osmanlılar için bir cazibe merkeziydi.

Levantenlerin Gercek Yuzleri

Beş asır boyunca Galata ve Beyoğlu'na hep şüphe ve tiksintiyle bakan Müslüman halkın ne kadar haklı olduğu Mütareke döneminde bütün açıklığıyla ortaya çıkacaktı. Yakup Kadri, Miss Chalfrin'in Albümünden (1942) adlı eserinde, Beyoğlu âlemini ve bu âlemin "durgun sular üzerindeki yosun cinsinden köksüz nebâtâta" benzeyen sakinlerini, yani levantenlerini şöyle anlatmaktadır:
"Bütün bu muhtelif ve mütenevvi unsurlar içinde tufeylî bir tarzda yaşar diğer bir unsur daha vardır ki, nereden geldiği, nereden çıktığı, kime ve nereye ait olduğu meçhuldür; bazan Fransızların, bazan İngilizlerin, ekseriya Almanlarla Macarların sırtında yaşayan bu adamlar mütemadiyen Türkler aleyhinde bulunurlar. Hepsi de Türkler ve Türkiye olmazsa nerede ve nasıl yaşayabileceklerini düşünmeyecek kadar nankör ve kısa görüşlüdürler. Bu insan fasilesini Avrupalılar levantin tesmiye ediyorlar. Türkler onlara daha muvafık bir isim bulmuşlar: Tatlısu Frengi".

Bu paragrafı, 1940'ların ünlü Maarif Vekili Hasan Âli Yücel'in Edebiyat Tarihimizden (1957) adlı eserinden aktarıyorum. Yakup Kadri'yle aynı görüşleri taşıyan Yücel, "Cumhuriyet'in isabetle tasfiye ettiği bu sınıf"ın, yani levantenlerin yabancı dildeki gazeteleriyle ve ecnebi politika çevrelerine bizzat sızarak aleyhimizde bulunduklarını ve borsada oynayarak iktisadî hayatımızı altüst ettiklerini, hasılı milli bünyemizi her cepheden sürekli olarak kemirdiklerini söylemekte ve bu sınıfın yaşadığı Beyoğlu'nu Yakup Kadri'nin çok güzel tasvir ettiğini belirterek şu paragrafı da nakletmektedir:

"İstanbul'da bu çirkin mahlûkâtın yuvası olan ve Beyoğlu denilen bir yer vardır ki, planını domuz kasapları çizmiş, temelini şarap tacirleri kurmuş(...) sanılır ve İstanbul'un, asıl İstanbul'un sessiz, mütevazı şekli karşısında zevksizliğin ve soysuzluğun sinir hırpalayıcı bir âbidesi gibi durur".

Yakup Kadri, bunları muhayyel bir İngiliz kızının, Miss Chalfrin'in ağzından mektup tarzında yazmıştır. Ancak aşağı yukarı aynı şeyleri söyleyen gerçek bir İngiliz de vardır: William M. Pickthall. Bu hakşinas İngiliz, Harpte Türklerle Birlikte adlı eserinde, Birinci Dünya Savaşı sırasında ziyaret ettiği İstanbul'da yaşadıklarını çarpıcı bir biçimde anlatmıştır. Özellikle İstanbul'a geldiği günün akşamı gezdiği Beyoğlu ile ilgili tesbitleri çok önemlidir. Cadde—i Kebir'de, yani İstiklal Caddesi'ndeki Yunan ve Avrupa menşeli, melon ve fötr şapkalı kalabalıktan söz ederken, gözüne çarpan her çehrenin "hayvanî ve kurnazca" bir ifade taşıdığını farkeden Pickthall, Türkler otuz mil kadar ötede savaşırken ve Çatalca tarafından top sesleri gelirken Beyoğlu'ndaki levantenlerin keyiflerini hiç bozmayıp eğlenmeye devam ettiklerini ve bütün istediklerinin Devlet—i Aliyye'nin yıkılması ve Avrupalı bir kralın Türkiye'yi ele geçirmesi olduğunu belirttikten sonra şöyle devam ediyor:

"Ne yazık ki Türk kanunları onlara bu hürriyeti veriyordu. Mesela Beyoğlu'nda, sırtlarında silahları ikişer ikişer devriye gezen Türk polisleri onların güvenliğini sağlıyordu. Bu Hıristiyanlar eğlencelerinden menedilip azarlanabilirlerdi, tiyatroları savaş bitinceye kadar kapatılabilirdi. Hayatları en ufak bir tehlike içinde bile değildi. Türk taassubu ve Hıristiyanları katletme niyetinde olduklarına dair gazetelerimizi süsleyen söylentiler ise, bu umursamaz ve hür Hıristiyanlar tarafından uyduruluyordu. Korktukları zaman yaltaklanan bu iradesi zayıf Hıristiyan tebaa, Avrupalı bir devletin ağır bastığını görünce küstahlaşıyor ve onu destekliyorlardı. Güvenliklerinin Boğaz'daki savaş gemileri tarafından garanti edildiğini görünce öyle küstahlaştılar ki, terbiyesizliklerine Türklerden başka hiç bir millet tahammül edemezdi".

Levantenlerin (ve diğer azınlıkların) Birinci Dünya Harbi ve Mütareke yıllarındaki ihanetleri ve taşkınlıkları, başka bir ülkede yaşansaydı, savaştan sonra büyük bir intikam hareketine yol açabilirdi. Ama Türkiye'de 1942'de konulan varlık Vergisi ve 1955'te yaşanan 6/7 Eylül olayları sayılmazsa, rahatlarını kaçıracak hiç bir tatsız olay yaşanmadı. Gerçi bir millî devlet kurulmuştu, fakat halk aynı halktı, âlicenap, hoşgörülü, birarada yaşama pratiğine sahip bir halk. Ne var ki kapitülasyonların kaldırılması ve Türklerin ticaret hayatında yavaş yavaş kendilerini göstermeye başlamaları, levantenlerin eski ekonomik güçlerini devam ettirmelerini zorlaştırmıştı. Ve yavaş yavaş azaldılar, asırlarca nemâlandıkları ülkeyi yavaş yavaş terkettiler.

Kalanlar mı? Onları da saygı duyduğum bir levanten, Giovanni Scognamillo Bir Levantenin Beyoğlu Anıları (1990) adlı eserinde şöyle anlatıyor: "Olsa olsa levantenliğini âdeta ısrarla sürdüren bir eski kuşak kalmıştır, gitgide azalan, entegre olmayan, olamayan, olmaktan sanki kaçınan, hâlen bir çeşit sömürge, bir nebze özlemli ayrıcalık esprisini kendi kapalı yaşamında sürdüren bir son kuşak".

İzmirli levantenler de işgal sırasında İstanbul levantenlerinden farklı davranmamışlardı. Elbette aralarında çok iyileri de vardı; Zakari ailesi o sırada İzmir'de miydi, İzmir'deyse nasıl davranmıştı, bilmiyorum, bilmek de istemiyorum. Asırlar boyunca bu ülkeye yabancı bir doku olarak yaşayan levantenlerin iç meselelerimizde taraf olmaya hakları yoktur. Ve bir levantenin Atatürkçülüğünü anlamakta zorlanıyorum.

Hiç yorum yok: