15 Şubat 2014 Cumartesi

Din lüzumlu bir müessesedir. Dinsiz milletin devamına imkân yoktur. Yalnız şurası vardır ki;


1930 Yılı’nın Temmuz ayında, Ankara Halk Evi’nde toplanan Birinci Türk Tarih Kongresi’nin son günlerinde, Darülfünun profesörleri, liselerin, orta mekteplerin hocaları bu kongreye davet edilmişlerdi. 

Toplantı bir hafta sürmüştü. Kongreye katılan davetliler yeni tezler, fikirler ve müşahedelere dayanarak ortaya çıkmışlar, birçok kitap ve kaynak meydana koymuşlardı. Bu kongrede Avram Galanti, Samih Rıfat, Raşit Galip, Zeki Velidi ve Sadri Maksudi arasında hayli tartışmalar olmuş, birçok hakikatler meydana çıkmıştı. Atatürk’ün etrafını sarmış olan hocalar gelişi güzel sorularla Atatürk’ü adeta bir baskı altına almış bulunuyorlardı.
Muallimlerden biri Atatürk’e:
-“Paşam! Birçok Avrupalı muharrirler yazdıkları eserlerinde sizi diktatör diye vasıflandırıyorlar. Buna ne buyurursunuz?” diye bir soru sormuştu.
Atatürk bu suale gayet soğukkanlılıkla ve gülerek şu cevabı verdi;

-“Ben diktatör değilim ve heveslisi de olmadım. Benim diktatör olmadığıma şuradan hüküm veriniz, eğer ben diktatör olsaydım, siz bana bu suali soramazdınız!” diye zarif ve çok makul bir cevap vermişlerdi.
Başka bir muallim de şöyle bir soru sormuştu:
-“Paşam! Din lüzumlu bir şey midir? Hilafetin kaldırılması iyi mi olmuştur?”
Atatürk bu soruya gayet sakin bir tavırla hemen şu cevabı vermişti:
-“Evet, din lüzumlu bir müessesedir. Dinsiz milletin devamına imkân yoktur. Yalnız şurası vardır ki; din, Allah ile kul arasındaki kutsal bir bağlılıktır. Softaların din simsarlığına müsaade edilmemelidir. Dinden maddi menfaat temin edenler menfur kimselerdir. İşte biz, bu vaziyete müsaade etmiyoruz. Bu gibi din ticareti yapan kimseler, saf ve masum halkımızı aldatmışlardır. Bizim ve sizlerin asıl mücadele edeceğimiz ve ettiğimiz, bu kimselerdir.”

Hilafete gelince;
“İşin garibi bazı arkadaşlardan bilhassa hariçten bana hilafet teklifi vaki olmuştur. “Siz halife olunuz.” demişlerdi. Ben bu teklife daima gülerek cevap verdim. Hilafet lüzumsuz ve hatta zararlı bir müessese haline gelmişti. Bundan beklenilen gaye tahakkuk etmemiştir. Birinci Cihan Harbi’nde gördük; Müslümanlar halife ordusuna karşı harp ettiler! Suriye’de arkadan vuranlar olmuştur. Bunlar halifeye bağlı Türk askerlerini şehit etmişlerdir. Hilafet faydalı halini muhafaza etmiş olsaydı, Müslüman âleminin buna uygun hareket etmeleri icap ederdi.
Dinle hilafeti birbirinden ayırt etmek lazımdır. Birincisi ne kadar faydalı ise, ikincisi o kadar lüzumsuz bir hal almıştır. Hilafeti lağvettiğimiz günden bugüne kadar kimsenin buna sahip çıkmaması, Müslüman dünyasının halifesiz de yürüyeceğine ve yürümekte olduğuna en güzel misal değil midir?” 

Atatürk yine dinimizle ilgili şu mükemmel açıklamayı yapıyor:

“Bizde ruhbanlık yoktur. Hepimiz eşitiz ve dinimizin buyruklarını eşit olarak öğrenmeye mecburuz.”

“Her fert dinini, diyanetini, imanını öğrenmek için bir yere muhtaçtır. Orası da okuldur.”

Nasıl ki her hususta yüksek meslek ve ihtisas sahipleri yetiştirmek lazım ise, dinimizin gerçek felsefesini tetkik, bilimsel ve feni telkin kudretine sahip olacak güzide ve gerçek büyük âlimler dahi yetiştirecek yüksek kurumlara malik olmalıyız. 

Hiç yorum yok: