MU UYGARLIĞININ KEŞFİ
Mu Uygarlığını tanımamızı sağlayan ilk araştırmacı, İngiliz Albay James Churchvard’dır. J.Churchvard Mu ile ilgili ilk araştırmalarına Hindistan’da bulunduğu sırada başlamış ve elli yılı aşkın bir zaman içerisinde tüm dünyayı dolaşarak Mu ile ilgili pek çok belge elde etmiştir. Aslında pek çok kutsal kitapta ve pek çok kültürün mitolojisinde Pasifik Okyanusu’nda bir kıtanın yer aldığına, bu kıtanın üzerinde on binlerce yıl hüküm süren ileri bir uygarlığın yeşermiş olduğuna ve bu uygarlığın yozlaşarak yok olduğuna dair atıflar yer almaktaydı. Örn; Hintlilerin”Ramayana Destanı” nda, Maya Kutsal metinlerinde ve Mısır’ın Ölüler Kitabı’nda kısmen ya da açıkça Mu Uygarlığından söz edilmektedir. Fakat Mu Uygarlığını dini ve mitolojik kimliğinden sıyırıp, konuyu bilimsel bir temele oturtan ilk kişi J.Churchvard’dır.
Mu Uygarlığını tanımamızı sağlayan ilk araştırmacı, İngiliz Albay James Churchvard’dır. J.Churchvard Mu ile ilgili ilk araştırmalarına Hindistan’da bulunduğu sırada başlamış ve elli yılı aşkın bir zaman içerisinde tüm dünyayı dolaşarak Mu ile ilgili pek çok belge elde etmiştir. Aslında pek çok kutsal kitapta ve pek çok kültürün mitolojisinde Pasifik Okyanusu’nda bir kıtanın yer aldığına, bu kıtanın üzerinde on binlerce yıl hüküm süren ileri bir uygarlığın yeşermiş olduğuna ve bu uygarlığın yozlaşarak yok olduğuna dair atıflar yer almaktaydı. Örn; Hintlilerin”Ramayana Destanı” nda, Maya Kutsal metinlerinde ve Mısır’ın Ölüler Kitabı’nda kısmen ya da açıkça Mu Uygarlığından söz edilmektedir. Fakat Mu Uygarlığını dini ve mitolojik kimliğinden sıyırıp, konuyu bilimsel bir temele oturtan ilk kişi J.Churchvard’dır.
Hindistan’da görevli bulunduğu sırada bir tapınağa konuk olan J.Churchvard Batık Mu Uygarlığı hakkında ilk bilgilerini bu tapınaktaki arşivlerden edinir. Naga-Maya dili denilen, çeşitli şekillerden, sembollerden oluşan çok eski ve ölü bir dilde yazılmış olan bu tabletler Mu kutsal metinlerinden kopya edilmiştir.
Naga-Maya dili Hindistan’daki arkaik sanskritçe olarak bilinen en
ilkel Hint dilinden daha eskidir. J.Churchvard Naga-Maya dilini bilen
başrahipten bu ölü dili 2 yıllık bir çalışma sonunda öğrenir. Ve rahibin de
yardımıyla bu tabletlerde yazılanları çözer. Burada yazılanlara göre, bu
yazılar 15.000 yıl önce yazılmış olup Hindistan’a Mu’nun bilim rahipleri
dedikleri “Naakaller” tarafından getirilmiş tabletlerdir. J.Churchvard bundan
sonra Güney Pasifik adalarına, Orta Asya’ya, Mısır’a, Sibirya’ya, Birmanya’ya,
Avustralya’ya, Orta Amerika gibi daha birçok yerlere giderek Mu’nun varlığına
ilişkin pek çok kanıt elde eder.
J.Churchvard’dan başka Amerikalı bir Jeolog-arkeolog olan William Niven da 1921-1923 yılları arasında yaptığı Mek****a kazıları sırasında bulduğu 2600’ü aşkın tabletlerde Mu Uygarlığı’nın varlığına ilişkin geçerli kanıtlar elde etmiştir. Tabletleri inceleyen Carneige Enstitüsü uzmanları bunların gerçek tabletler olduğunu ve şimdiye dek bilinen hiçbir uygarlığa ait olmadıklarını açıklamıştır. Niven’in araştırmalarını duyan Churchvard Mek****a’ya gelerek bu tabletleri inceler ve bunların Hindistan’da gördüğü tabletlerdeki Naga-Maya diline çok benzeyen bir dilde yazılmış olduğunu görür. Bu tabletler bugün Mek****a Müzesi’nde bulunmaktadır ve 12.000 yıl önce yazıldığı düşünülmektedir.
Niven ve Churchvard’ın bulduğu tabletler dışında Mu’ya ilişkin diğer bilimsel belgeler ise şunlardır:
-Yukatan’da hazırlanmış eski bir Maya kitabı olan “Troano El Yazması”. Bugün British Museum’da bulunmaktadır.
-Troano El Yazmasıyla aynı yaşta olan bir başka Maya kitabı “Cortesianus Kodeksi” ‘dir. Bugün Madrid Ulusal Müze’de bulunmaktadır.
- Paul Schlieman tarafından Tibet’te bir Budist tapınağında bulunan “Lhasan Belgesi”
-Yukatan’da Mu kıtası anısına inşa edilmiş Uxmal Tapınağı’ndaki Yazıtlar yaklaşık 12.000 yıl lıktır. Bu tapınakta “Geldiğimiz yer olan Batı ülkelerinin anısını korumak için inşa edilmiştir” diye kabartma yazılar bulunmaktadır.
-Mek****o şehrinin 60 mil güneybatısında yer alan “Xochicalo Piramiti Yazıtları”. Bu piramit üzerindeki kabartma yazılara göre “Batı ülkelerinin yıkımının anısına” inşa edilmiştir.
-Dr. Niven’in Alaska’da bulduğu Mu kıtası sembolleriyle işlenmiş bir totempol.
-Platon’un “Timeus ve Critias” adlı eserinde batık kıtaya dair şu sözler geçer: “Mu ülkesinde 10 halk vardı.”
Tüm bu belgelere dayanarak, özellikle Churchvard’ın bulduğu tabletlerdeki yazılar ayrıntılı olarak “Dünya ve insanın yaratılışını ve insanın ilk zuhur ettiği yerin Mu olduğunu” ifade ediyorlardı. Bu tabletlerdeki yaratılış öyküsü kutsal kitaplardaki yaratılış öyküsüne çok benzer bir şekilde anlatılmıştı. Ayrıca; kayıp kıtanın Pasifik Okyanusunda, Amerika ve Asya kıtaları arasında bulunduğunu, Kuzey Hawaii’den Fiji ve Paskalya adalarına kadar uzandığını, doğusu ile batısı arasında 9.500 km, kuzeyi ile güneyi arasında yaklaşık 4.500 km’lik bir mesafe olduğunu anlatıyordu. Kıta deniz ve boğazlarla birbirinden ayrılan 3 ana kara parçasından oluşuyordu. Pasifik Okyanusu’na tek tek ya da gruplar halinde dağılmış kayalık adaların tümü, bir zamanlar Mu kıtasının birer parçasıydılar. Bu kıta üzerinde yaşayanlar yeryüzünü kolonize etmişlerdi. Mu kıtası bundan 12.000 yıl önce korkunç yer sarsıntılarından sonra, su ve ateş girdapları içinde kaybolup sulara karışmıştı ve beraberinde 83.000 yıllık bir uygarlığı da götürmüştü.
ARKEOLOJİK BULUNTULAR
Mu kıtasıyla ilgili arkeolojik buluntuları incelediğimizde ilk olarak James Churchvard’ın sözünü ettiği iki bronz heykelcik ile karşılaşmaktayız. James Churchvard’a göre bu heykelcikler Anakara’da ya da eski Uygur kentlerinden birinde yapılmış olmalılar. Bu heykeller, büyük yönetici Mu’nun simgesidir. Bu heykelcikler eğer Uygur kökenli ise, 18.000 ile 20.000 yıl kadar eski, Mu kökenli ise de, yaşının tahmin edilmesi bile mümkün değildir. Heykellerin işçiliğindeki incelik dikkat çekicidir. Bu iki heykelcikten başka Britanya Müzesi’nde Mu’da imal edildiğine hiç kuşku olmayan üç asa bulunmaktadır.
Mu’nun varlığına ilişkin kanıtların bir kısmı da Pasifikte Mu’dan arta kalan adalarda rastlanan arkeolojik kalıntılardır. Mu’nun 7 büyük kentinden birinin yakınlarında bulunan Panape adasında duvarlarının yüksekliği 10 m’yi aşan, boyu 100 m’yi bulan bazalt bir tapınak vardır. Tapınağın duvarlarında Mu uygarlığının kutsal sembollerinin çoğunun kabartmaları bulunmaktadır. Tapınağın çevresinde bir labirent, bir piramit ve geniş yeraltı geçitleri bulunmuştur. Uzmanlar, bu yapıların ancak yüksek bir uygarlığın ürünü olabileceklerini açıklamışlardır. Ponape civarındaki adacıklardan biri olan Non Madol adasında ise, ağırlıkları 10‘ar ton olan binlerce bazalt sütundan kurulu bir yapıya raslanmıştır. Bu yapılar deniz altında devam etmektedir.
Mu’dan arta kalan anıtlardan en ilgi çekici olanları ise Paskalya adasında bulunan dikili dev heykellerdir. En büyük heykel henüz bitmemiş durumda bir taş ocağında bulunmuştur ve yüksekliği 20 m.’dir. Diğer heykellerin çoğu 50 ton ağırlığında ve bazıları 10.5 m. boyunda olup sayıları 600’e yakındır. Ada yerlileri herhangi bir yazı şekli kullanmamalarına karşın, adada çok eski tabletler mevcuttur. Bu tabletlerdeki yazıya Dünya’da bir tek yerde, Paskalya adasından oldukça uzakta bulunan, Mu kolonilerinin bulunduğu Hindistan’da İndüs Vadisi’nde raslıyoruz. Bugün Paskalya adası olan yer o günlerde Mu kıtasının bir parçasıydı ve bugünkü yerlilerin o heykelleri yapan kişilerle bir akrabalığı yoktu. Bugünkü yerliler o heykelleri yapanlardan çok daha alt bir uygarlık seviyesinde yer alırlar.
Pasifikte bulunan Tonga Tabu adasında, adanın doğal yapısında hiç taş bulunmamasına rağmen 70’er tonluk sütunlardan oluşan bir kemer bulunmaktadır. Sütunların üzerindeki diğer taş ise 25 ton ağırlığındadır.
Raratonga ve Kangaia adalarında Paskalya adasında bulunan tablette ve efsanede sözü edilen, devasa taşlarla yapılmış yaşı meçhul bir taş yol bulunmaktadır.
Navigator, Cambier, Rapa adalarında ve Borneo’da dev platformlar, dev şato kalıntıları ve Mısır’ınkinden çok daha eski mumyalar bulunmuştur.
MU’DA YAŞAM
Mu’nun yok oluş döneminde, bu ülke halkı son derece gelişmiş yüksek bir uygarlık düzeyinde bulunuyorlardı. Ayrıca mimarlık, büyük taş mabetler ve saraylar inşa etmede de çok ilerlemişlerdi ve anıt olarak dikilen yekpare taş blokları işlemenin ustasıydılar. Mu ülkesi dünya medeniyetinin, eğitimin, ticaret ve alışverişin baş merkeziydi. Bilim konusunda da günümüzden hayli ilerdeydiler. Buna hiç şaşmamalı, çünkü onlar iki yüz bin yıllık bir deneyim ve gelişimin sonuna varmışlardı. Biz ise beş yüz yıllık bir iddiada bile bulunamıyoruz.
Eski bir Maya yazıtı olan Troano yazmasına göre; kıtada 10 kabileden meydana gelen 60 milyon insan yaşamaktaydı. RA-MU dedikleri seçkin bir krala sahiptiler. Burası geniş düzlükleri olan güzel, tropik bir ülkeydi. Hayat neşe ve mutluluk içinde geçiyordu. RA-MU imparatordu ve hiyerarşinin şefiydi. İmparatorluğun sembolü yükselen güneşti, adı ise Güneş İmparatorluğu idi. Bu yükselen güneş sembolü bugün dünyadaki çeşitli ulusların da amblemidir.
Mu ülkesi insanları, tabletlerdeki yazılara göre; ahlak ve bilgeliğe dayalı bir düzen içinde, kozmik yasa ve enerjilerle tam bir uyum halinde yaşıyorlardı. Bu, bugünkü dünya insanlığının temsilcileri olan bizler gibi tabiata karşı savaş halinde olan bir yaşam olmayıp, İlahi İrade Kanunları doğrultusunda, doğayla içiçe, kendini doğadan soyutlamadan bir yaşam anlayışı ve uygulamasıydı. Günümüzde dünyada özlemini çektiğimiz fakat bir türlü kuramadığımız spiritüel bilim ve yaşam tarzı MU‘nun son günlerine kadar yaygın olarak uygulanır haldeydi. MU’lular, başta din adamları olmak üzere duyular dışı yeteneklere (telekinezi, durugörü, duruişiti...) doğuştan sahip bulunuyor ve bunları normal olarak kullanıyorlardı. MU’nun bilim rahipleri kaynaklarda Naakaller olarak geçmektedir. Bunlar gerek göçler gerekse göçlerden önce dünyanın çeşitli yerlerine giderek, bilimin Anavatan MU’dan dünyanın dört bir yanına yayılmasına yardımcı olmuşlardır. Bilim ve uygarlık MU anavatanından dünyanın dört bir yanına bu şekilde yayılmıştır. Günümüzdeki bunca ilerlemeye rağmen hala hasretini çektiğimiz savaş, kavga ve çevre sorunları bulunmayan bir yaşam şeklini normal olarak yaşayan MU sakinlerinin kuşkusuz buna yakışır bir Yaradan inançları vardı. Hepsi de ruhun ölümsüzlüğüne inanıyordu ve semboller vasıtasıyla “İlahi Varlığa” ibadet ediyorlardı.
Bugünkü Pasifik Okyanusunda Amerika’yla Asya arasında bulunan ( o zamanki) MU kıtasında, Paskalya adasında bulunan yazıtlara göre, ılıman bir iklim hakimdi. Bu kıtanın yemyeşil engin düzlükleri, pek çok sayıda ırmaklarla sulanarak daha da verimli hale geliyordu. MU kıtasının ortaya çıkışı yine MU kökenli tabletlerden anlaşılmaktadır. Bunlara göre, kıta denizden yükselerek oluşmuştur. Yine, bu tabletlere göre geyikle sembolize olmuş ilk insan MU’da ortaya çıkmıştır.
Reenkarnasyon MU’da en temel bilgilerden biriydi ve canlılık halini ruhun bedene bağlı bulunmasıyla açıklıyorlardı. Doğmak, bir varlığın beden üzerinde hakimiyet kurması demekti. Bu hakimiyetin derecesi tecrübe ile artmakta ve gelişmekteydi. Göksel gerçeklere ulaşılabilmesi için ruhsal varlıkların beden içinde tecrübeler yapması ve bunun için de birçok kereler doğması, yani beden değiştirmesi gayet doğaldı.
21. yüzyıla girme hazırlıkları içinde olan bugünkü bizlerin özlemini çektiğimiz gerçek sevgi anlayışının MU’da ayrı bir yeri bulunuyordu. “Göksel Baba” kavramlarını sevgiyle özdeş tutarlardı. Sevgisiz göksel gerçeklere ulaşmanın mümkün olamayacağını öğretirlerdi. İnsanları kendilerine kardeş olarak bilen MU’da Tanrı’yı sevmek insanları sevmekle özdeş tutulurdu. Görüldüğü gibi bu bakımdan da spiritüel yaklaşımla büyük bir benzerlik bulunmaktadır.
MU’DA YAZI
James Churchvard’a göre MU alfabesi 16 harften oluşuyordu ve çok sayıda çift sesli bulunmaktaydı. Harfler çeşitli şekiller ve semboller halindeydi. Her harfin kendisini ifade eden üç ayrı gösterimi bulunuyordu. Bunlardan ilki hiyeratik harfti ve saklı bir anlamı da mevcuttu. İkincisi yinel olarak kelime içinde kullanıldığı şekil, üçüncüsü ise ya sıfat ya da vurgu olarak kullanılıyordu. yinel olarak kullanılan yazıdan başka sadece bazı Naakallerin kullandığı ve ezoterik anlamlar taşıyan bir hiyeratik yazı şekli de vardı.
İLK DİNI DİYAGRAM
Arkeolog Le Plengeon’un “Kutsal Sırlar Mabedi” dediği Yukatan’daki “Uxmal Mabedi”nde James Churchvard’ın “İnsanlığın İlk Dini Diyagramı” dediği MU kozmogonik diyagramı bulunmuştur. (Bkz. resim 1) Bu diyagramda merkezdeki daire Güneş’in, Ra’nın ve Tanrı’nın kolektif simgesidir. Ayrıca iki daire arasında, birbirine geçmiş iki üçgenden meydana gelen on iki ayırım, semanın (ötealemin) on iki kapısını simgeler. Her kapı ise bir bilgeliği simgeler. Ruh, bu “on iki” bilgeliğe sahip olunca, cennetin kapılarından geçebilir. Ruh, öte dünyanın on iki kapısından geçmeden önce, on iki dünyasal kötü eğilimi yenmiş olduğunu kanıtlamak zorundadır. Aşağıya doğru inen şeritler ise ruhun cenneti kazanması için tırmanması gereken yükselen yolu simgeler. Yani ruh durmadan daha yükseğe, mükemmele doğru yükselmelidir. Şerit sekiz bölümlüdür. Sekiz öte dünyaya geçmeden önce, insanın geçmesi gereken sekiz yolu temsil eder. Bu ilk dini diyagramdaki 12 sayısını daha sonra birçok uygarlığın dini panteonunda görmekteyiz. Örn. Hintlilerin Vedalarında, büyük Tanrılar Dairesinde her zaman 12 Tanrı olurdu. Hitit Panteonu 12 Tanrı tarafından yönetilir ve Yunan Panteonu da her zaman 12 Tanrı’dan oluşur.
KUTSAL DÖRTLÜ
W. Niven’in Mek****o City yakınlarında bulduğu 2600 adet tablet arşivi içinde bulunan tabletlerden birinin üzerinde çok özel bir işleme bulunmaktaydı. (Bkz. Res. 2) Bu, yüz bin yılı aşkın süredir “Kutsal Dörtlü” olarak bilinen simgesel bir figürdü. Bu büyük Kutsal Dörtlülere, eskiler birçok farklı isim vermişler ve bu figürler insanlığın dinsel anlayışlarında hep önemli bir yer tutmuştur.
Bu tablette Kutsal Dörtlünün tam olarak ne olduğu, kökeni ve işleyişi anlatılıyordu. Buna göre bu sembol, Yaratıcı’dan süzülüp gelen Dört Büyük İlksel Kuvvettir. İlk olarak, evren boyunca kaostan, yasa ve düzen haline evrimleşmişlerdir. İkinci olarak, yaratıcının emriyle tüm şeylerin yaratılmasında yaratıcının idarecileri olmuşlardır. Üçüncü olarak da, evren boyunca fiziksel alemin sorumluluğu onlara verilmiştir. Bu açıkça gösterir ki Kuvvetlerin Kökeni, Yaratıcı’nın kendisidir, tüm diğer kuvvetler bu dört kuvvete nazaran ikincil ve bağımlıdırlar. Kutsal Dörtlü sembolünün ortasındaki daire; Yaradan’ın, Güneş’in ve kral Ra-Mu’nun simgesiydi. Dairenin içindeki sembol ise Mu alfabesindeki H harfine denk geliyordu. (H harfi tabiatın dört gücünü simgeliyordu.)
MU’dan göç edenlerin hemen hemen tümünün kültürlerinde bu dört büyük kuvvet kavramının izleri görülür. Haçla veya gamalı haçla yani svastikayla temsil edilen bu dört büyük kuvvet kavramı, çeşitli kavimlerde, çeşitli şekillerde sembolize edilmiştir. Bu sembole MU kültürünün yayıldığı bütün kıtalarda raslanır. Orta Asya Türkleri’nde, Tibet’te, Hititler’de, Urartular’da bu sembole hep rastlanmıştır. Bu tür bilgileri Tibet tarikatlarından elde ettiği söylenen Hitlerin de bu sembolü çarpıtarak kullandığı görülür.
KOLONİLEŞME
MU’lular denizcilikte ileri olup, dünyanın en uzak yerlerine bile, hava taşıtları olmalarına rağmen yinellikle deniz yoluyla giderlerdi. Anakıta kalabalıklaşmaya başlayınca MU’nun denizcileri arasındaki bazı hırslı ve girişken gruplar yeni ve yaşanabilir adalar buldular. Böylece MU kültürü önce kolonilere, oradan da tüm dünyaya yayılmış oldu. MU’dan giden koloniciler kesinlikle sömürgecilik anlayışı taşımamışlardır. Bir koloni, Anakaranın denetimi altında kendini yönetecek kadar geliştiği zaman bir koloni imparatorluğuna dönüşüyor ve buraya bir hükümdar atanıyordu. Hükümdarın ünvanı, ”Güneş’in Oğlu”ydu; bu ona Anakara tarafından verilen ve Mu’nun yani “Güneş İmparatorluğunun” tebasından ya da onun oğlu olduğu anlamına gelen bir ünvandı.
Adadan ayrılanlara “Mayalar” adı verildi. James Churchvard ilk MU kolonisinin ne zaman kurulduğu hakkında kesin bir tarih bulamamıştır. Tarihlendirilebilen ilk koloni Mısır’daki Nil deltasında yerleşmiş olan “Maya Kolonisi” yaklaşık 16. 000 yıl önce kurulmuştu. Kolonileşmede başlıca iki ana deniz yolu izlendi. İki esas istikamet, MU’dan hareketle Doğu ve Batıydı.
a-Doğu Kolonileri:
Doğu yönünde ilk yerleşimler, bugün Kuzey ya da Orta Amerika’nın Batı sahilleri olarak bilinen yerlerde gerçekleşmişti. MU’dan çıkan iki temel hat bulunuyordu. Bunlardan ilki MU’dan Yukatan’a ve Orta Amerika’ya oradan Atlantis’e kadar uzanıyordu. Diğeri ise; Atlantis’ten Akdeniz ve Anadolu’ya sonra da Çanakkale Boğazı yoluyla Karadeniz’in güneydoğusuna dek gitmekteydi.
Anakaranın güney doğu kısımları Karya ülkesiydi. MU’nun güney doğusundan çıkan, Karaib Denizine adını veren ve beyaz ırk olan grup Karalar ya da Karyalılar olarkak bilinen gruptu. Bunlar Anadolu’ya kadar göç ettiler ve Troyalılar ile Anadolu’nun ilk yerlilerini ve Yunanlıların atalarını oluşturdular. Günümüz tarihine baktığımızda ise Anadolu’da Karyalıların adına ancak M.Ö. 7. yüzyılda raslıyoruz. Anadolunun güneybatı kıyısında yer alan bölgeye günümüz arkeologları Karia (Karya) adını vermektedirler. Karyalılar kendilerini Anadolunun yerli halkı olarak tanıtmaktadırlar, ancak kullandıkları dil bugün hala tam olarak çözülememiştir. Mu’dan hareket eden bir grup Karyalılar ise Orta ve Güney Amerika’ya yerleşti, bir kısmı da Doğu Afrika’ya kadar uzanarak çoğunlukla zencilerin atalarını oluşturdular.
b-Batı Kolonileri:
Batı kolonileri ise ilk olarak, Asya’nın Doğu kıyılarında ortaya çıktılar. En bilineni, J. C’ın asıl güney yolu dediği Birmanya, Hint, Babil ve yukarı Mısır yoludur. Bu yolu izleyenler asıl Nagalar’dı, ama sonraları yerleştiklerin yerin ismini aldılar. Özellikle Hindistan’a gelen Nagalar, oradan Basra körfezini geçerek Fırat nehri ağzına yani bugünkü Mezopotamya bölgesine geldiler. Orada yerleştikleri bölgede kendilerine Sümer, Akad gibi isimler verdiler. Yani günümüz tarihinde bilinen Mezopotamya Uygarlıklarından; Babil, Akad ve Sümerler MU’dan göç eden Naga-Mayalardı. Babil kelimesi Naga dilinde Güneş Şehri anlamına geliyordu. Bu bilgilere göre Mezopotamya Uygarlıklarının tarihi 18. 000 yıl öncesine indirilebilmektedir. İkinci yol, MU’dan Malezya Adaları’na sonra Güney Hint’e (Dravidalar olarak) ve sonunda Afrika’ya gider. Afrika’daki koloni Güney Nubi’de yerleşerek, bugünkü Mısırlıların ataları oldular.
Diğer bir kolonileşme akımı Kişe-Mayalar tarafından Malezya Adalarından hareketle başka bir yol izleyerek başlar, nitekim Orta Amerika’da, Güney Amerika ve güney denizlerindeki adalarda onların izleri bulunmuştur. Japonlar, Kişelerin kollarından biridir. Bir diğer yol ise, Asya’nın kuzeyine yerleşen Moğolların yoludur.
MU’dan hareket eden en önemli batı yolu, kuzey kolonileşme hattı idi ve Ari ırkının ataları tarafından takip edilmişti. Sonradan Uygur Türkleri olarak bilinen bu insanların Orta Asya’daki ilk yerleşim merkezleri Baykal gölünün güneyindeki Orhun ve Selenga ırmaklarının bulunduğu bölge olmuştur. Uygur İmp. MU’ya ait olan koloni İmparatorluklarının ilki, en büyüğü ve en önemlisiydi. Oysa günümüz tarihi Uygurlardan VI. yy. dan itibaren söz etmeye başlar. Uygur İmparatorluğu, doğuda Pasifik Okyanusuna, batıda bugün Moskova’nın bulunduğu yere kadar uzanıyordu. Uygurlar’ın tarihi, bir bakıma, Ari ırkın tarihidir, zira hakiki Ariler Uygurlar’dan gelirler. Uygurlar Orta Amerika’da, üçüncü devirde, zincir halinde yerleşme yerleri kurdular. Büyük manyetik felaketler ve dağların yükselmesiyle yıkılan İmparatorluktan sonra geride kalanlar ve onların soyları, Avrupa’da yeni koloniler kurdular. Slavlar, Tötonlar, Keltler, İrlandalılar, Brötonlar ve Basklar, hepsi Uygurlar’dan gelmişlerdir. Açık tenli, beyaz derili, mavi gözlü ve özellikle kuzeyde sarı saçlı olan Uygurlar, MU’nun ilk koloni İmparatorluğu oldular. Uygurlar, İmparatorluğun yaklaşık yarısını, Mu batmadan önce yitirmişlerdi. Diğer yarısı ise, Mu’nun batışının sonucunda silinmeye yüz tutmuştur.
Zaman içinde, Uygur İmparatorluğu içinde dallanmalar meydana gelmiş, Hindistan’a, Çin’e Afganistan ve İran yoluyla Anadolu’ya ve Balkanlara göçler olmuştur. Uygur kökenli göçler birtakım doğal olaylar sebebiyle olmuştur. Bugün bir çöl olan Gobi bir zamanlar bir iç denizdir ve bölge zengin ağaçlarla, meyvelerle ve hayvanlarla doluydu. Yeni oluşumların ardından meydana gelen yükselişlere paralel olarak oralarda çöküşler oluşmuştur. Gobi’nin çölleşmesine sebep olan iki tane büyük deniz Hazar ve Karadeniz’dir. Hazar ve Karadeniz o zamanlar dağlık bölgelerdi. Çökmeler başlayınca Gobi’nin suları da çekildi. O sular Karadeniz ve Hazar Deniz’inin meydana gelmesine sebep oldu. Bugün Karadeniz’in dibi hayvan cesetleriyle doludur ve bu yüzden zehirlidir.
J. C tarafından Tibet manastırlarından birinde keşfedilen Naakal arşivleri, 70. 000 yıl önce, Naakaller tarafından, Anavatan’ın kutsal ve vahye dayalı yazılarının kopyalarının Uygur başkentine nasıl getirildiğini anlatır.
MU’NUN BATIŞ SEBEPLERİ
a) Jeolojik Sebep:
MU kıtasının batışı bir anda olmayıp kademeli olarak gerçekleşmiştir. Yerküre kabuğunun temel kayası olan granit, muazzam boşluklar veya yüksek seviyede patlayıcı özelliği arz eden volkanik gazlarla dolu cepler yüzünden kalbura dönmüş haldedir. Bu cepler boşalıverince ara bölmeler, ayakta tuttukları kara parçasının sulara gömülmesine yol açacak şekilde çökmüştür. Churchvard’ın araştırmalaları, bu kadim uygarlığa ağır bir darbe indirmiş olan felaketin, kıtayı dik tutan ve birbirlerinden ayrı durumda bulunan, ama birbirlerine çatlaklarla veya yarıklarla bağlı olan bir dizi üst cepteki gazların boşalıvermesi sonucunda meydana geldiğini ispatlamaktadır.
İlk volkanik infilaklarla meydana gelen depremlerden MU’nun daha çok güney bölgeleri zarar görür. Depremden ortaya çıkan dalgalar güney şehirlerini yok eder. Volkanik patlamalar bir zaman sonra durur; yıkılan yerler yeniden yapılır, sosyal faaliyetler yeniden başlar. Ancak birkaç nesil sonra yeniden başlayan depremler kıtanın geride adacıklar bırakıp tümüyle batmasına neden olarak, bu uygarlığın sonunu getirir. MU’nun tümüyle batışı “Troano Belgesi”ne ve “Uxmal Mabedi” kayıtlarına göre11.500-12.000 yıl önce vuku bulmuştur.
b) Ezoterik Sebep :
MU Uygarlığının batış nedenlerini Dr. Bedri Ruhselman Neo-Spiritüalizme dayanarak şöyle açıklamıştı:
MU Medeniyeti, zamanının en son realitesine varmıştı. Bunun bir üst plana çıkabilmesi için, dünyada mevcut her olayda olduğu gibi, esas olan bir teşevvüş devresine girmesi gerekirdi. Ve nitekim J.C’ın dejenerasyon dediği ve bizim de teşevvüş diye nitelendirdiğimiz olay zamanın realitesini aşmak için ortaya çıkmıştır. J. C’a göre ise; Dünyada hiç bir millet, MU’lular kadar kendi inançlarına bağnazca bağlanmamıştır. Tibet’te bulunan “Lhasan Belgesi”nde kıtanın batışı şöyle anlatılmaktadır: “Şimdi deniz olan yere yıldız düştüğünde, yedi kent altın kapıları ve saydam tapınaklarıyla fırtınadaki yapraklar gibi sallandı. İnsanların çığlıkları ortalığı kapladı. Tapınaklara koşarak kurtuluş aradılar. Bilge RA-MU kalktı ve onlara şöyle dedi: ‘Sizlere bütün bunları önceden haber vermedim mi? Hepiniz öleceksiniz ve yeni bir nesil doğacak . O nesil üstünlüğünün, üzerine giydiği şeylerden olmadığını, kendisinin feda etmiş olduğu şeylerden meydana geldiğini unuttuğu an, sizlerin başına gelenler, onların başına da gelecek.‘ Dünyanın büyük idarecisi MU kıtası, depremlerle sarsıldı. Kıta iki kere kalktı ve ateşler içerisinde gözden kayboldu. ”
Şimdi bu bilgiye göre diyebiliriz ki; Bir medeniyet ne kadar yüksek, ne kadar parlak ne kadar kapsamlı olursa olsun, eğer bağnaz denecek kadar bağlı ve hareketten yoksun kalırsa, o medeniyet teşevvüşe düşmeye yüz tutar. Bu bir tabiat kanunudur. J. C diyor ki: MU medeniyeti asla dogmatik değildir. Buna rağmen son zamanlarda sanki dogmatik bir bağnazlıkla realiteler dondurulmuş ve putlaştırılmıştır. Böylece o güzel realiteler, yerlerini hurafelere ve batıl inançlara terk etmiş ve teşevvüş başlamıştır.
Diyebiliriz ki; Bir uygarlık ne kadar geniş kapsamlı, kütlesel ve ne kadar büyük olursa, ondan önce gelen teşevvüş devresi de o nisbette ağır ve tahammülü güç bir görüntü arz eder. demek ki MU medeniyetinin yıkılması bir icaptır.
MU UYGARLIĞI VE ANADOLU
MU Uygarlığının, yukarıda incelemiş olduğumuz kolonileşme hareketlerinde her iki ana kolonileşme hattının (Doğu ve Batı) üzerinde yaşamakta olduğumuz Anadolu toprakları için önemli bir yeri olduğunu görmekteyiz. MU halkının bir kısmının Doğu koloni hattıyla Anadoluya gelip ilk atalarımızı oluşturduklarını, Batı koloni hattını incelediğimizde ise MU kıtasının en önemli kolonilerinden birinin büyük Türk devletlerinden biri olan UYGURLAR’ın ataları olduğunu görmekteyiz. Ayrıca tarih boyunca Anadoluyla etkileşim içinde olan Mezopotamya bölgesindeki Uygarlıkların atalarını da MU’dan göç edenlerin oluşturduklarını biliyoruz.
Anadolu halkının en eskisinden en yenisine, yani en son göç olan Oğuzların göçüne kadar bütün beslenme kaynağı Moğolistan’dır. Ve Moğolistan bölgesini de MU’dan göç eden Batı kolonilerinin bir kolu oluşturmuştur. Atlantislilerin göçü nasıl Mısır’ı meydana getirmişse, orayı kendileri için büyük bir göç yeri ve temel bir vatan yapmışlarsa, MU Uygarlığı’nın insanları da Uygurları temel olarak seçmişlerdir. Dolayısıyla iyilik ve güzellikle, felsefeyle ilgili bütün bilgileri oraya nakletmişlerdir. Uygurların kaynağı bugünkü Moğolistan ve Gobi Çölü’nün dağ yamaçlarına yakın olan bölgelerdir.
Sayın Ergün Arıkdal’ın da belirttiği gibi; “Uygurların inanç, bilim, sosyolojik yaşam, insan ve doğa arasındaki denge, insan ve kozmos arasındaki yapılar bakımından getirip bıraktıkları esaslar çok doğrudur. Büyük Uygur göçüyle birlikte MU bilgeliği ve Atlantis teknolojisiyle yetişmiş olan büyük insanlık güçleri de, zekası ve zihni de göç etti. Onların içinde karışmış birçok varlıkta tohum halinde kapasite mevcuttur. Bu kalıtımın artık ne Atlantis’te ne de MU’da olmayışı, bunların sadece bir kısmının Mısır taraflarında, bir kısmının da Uygurlarda kalışı çok önemlidir. Bu insanların en çok taşıdıkları özellik, duyular dışı algılamayla ilgili kodlardır. Bunlar mükemmel bir şekilde hiçbir bozulmaya ve eksilmeye yer bırakılmadan o varlıklar tarafından göçlerle bu ülkeye, Anadoluya yeniden getirilmiştir. Kaybolmuş o yetenekler o insanlar tarafından tekrar yayılmıştır. Bu nedenle Anadolu insanının hepsi ister istemez sürekli bir şekilde üst planlarla irtibat halinde yaşar. Bizim iç yüzümüz sürekli bir şekilde ruhsal dünyaya dönüktür. Çünkü doğamızda, taşıdığımız DNA’larda bu tarafımız gelişmiştir. Bunlar, bize anavatanımız MU’dan, Uygur akımından intikal eden bir vazife mirasıdır. Anadolu insanının vazifesi, MU’da ve Atlantis’te olan, kendisinden sonraki büyük insanlık kitlesinin üzerine bırakacağı bilgi intikalini sağlamaktır.
MU Uygarlığının bize naklettiği en büyük bilgilerden biri, tek olan ve kendi kendisiyle sınırlanmış olan bir Mutlak’ın, bir Yaradan’ın ve bir yaratılışın olduğudur. Bu DNA’ya sahip olan varlıkların birinci temel ilkesi budur. Ve en büyük vazifeleri de bu ilkeyi yeniden yaratmak ve sahip olabilmek, bunu şuurlu bir şekilde yaşamanın yollarını sağlamaktır. Birçok bilgilerin uzaylılar tarafından insanlara verilmiş olması gerekmez. Bizim elimizdeki birçok bilgiler dedelerimizin dedesinin, belki bin kuşak ötedeki enkarne olmuş ruhsal varlıkların bıraktığı mirastır.”
Alıntırdır büyük bir araştırmaydı Bana Göre Hala Soyumuz Acıklanamıyor Normal Bir Avrupalıdan cok Farklı Vücüt Yapılarına Sahibiz Aklımız War Ama Kullanamıyoruz.
J.Churchvard’dan başka Amerikalı bir Jeolog-arkeolog olan William Niven da 1921-1923 yılları arasında yaptığı Mek****a kazıları sırasında bulduğu 2600’ü aşkın tabletlerde Mu Uygarlığı’nın varlığına ilişkin geçerli kanıtlar elde etmiştir. Tabletleri inceleyen Carneige Enstitüsü uzmanları bunların gerçek tabletler olduğunu ve şimdiye dek bilinen hiçbir uygarlığa ait olmadıklarını açıklamıştır. Niven’in araştırmalarını duyan Churchvard Mek****a’ya gelerek bu tabletleri inceler ve bunların Hindistan’da gördüğü tabletlerdeki Naga-Maya diline çok benzeyen bir dilde yazılmış olduğunu görür. Bu tabletler bugün Mek****a Müzesi’nde bulunmaktadır ve 12.000 yıl önce yazıldığı düşünülmektedir.
Niven ve Churchvard’ın bulduğu tabletler dışında Mu’ya ilişkin diğer bilimsel belgeler ise şunlardır:
-Yukatan’da hazırlanmış eski bir Maya kitabı olan “Troano El Yazması”. Bugün British Museum’da bulunmaktadır.
-Troano El Yazmasıyla aynı yaşta olan bir başka Maya kitabı “Cortesianus Kodeksi” ‘dir. Bugün Madrid Ulusal Müze’de bulunmaktadır.
- Paul Schlieman tarafından Tibet’te bir Budist tapınağında bulunan “Lhasan Belgesi”
-Yukatan’da Mu kıtası anısına inşa edilmiş Uxmal Tapınağı’ndaki Yazıtlar yaklaşık 12.000 yıl lıktır. Bu tapınakta “Geldiğimiz yer olan Batı ülkelerinin anısını korumak için inşa edilmiştir” diye kabartma yazılar bulunmaktadır.
-Mek****o şehrinin 60 mil güneybatısında yer alan “Xochicalo Piramiti Yazıtları”. Bu piramit üzerindeki kabartma yazılara göre “Batı ülkelerinin yıkımının anısına” inşa edilmiştir.
-Dr. Niven’in Alaska’da bulduğu Mu kıtası sembolleriyle işlenmiş bir totempol.
-Platon’un “Timeus ve Critias” adlı eserinde batık kıtaya dair şu sözler geçer: “Mu ülkesinde 10 halk vardı.”
Tüm bu belgelere dayanarak, özellikle Churchvard’ın bulduğu tabletlerdeki yazılar ayrıntılı olarak “Dünya ve insanın yaratılışını ve insanın ilk zuhur ettiği yerin Mu olduğunu” ifade ediyorlardı. Bu tabletlerdeki yaratılış öyküsü kutsal kitaplardaki yaratılış öyküsüne çok benzer bir şekilde anlatılmıştı. Ayrıca; kayıp kıtanın Pasifik Okyanusunda, Amerika ve Asya kıtaları arasında bulunduğunu, Kuzey Hawaii’den Fiji ve Paskalya adalarına kadar uzandığını, doğusu ile batısı arasında 9.500 km, kuzeyi ile güneyi arasında yaklaşık 4.500 km’lik bir mesafe olduğunu anlatıyordu. Kıta deniz ve boğazlarla birbirinden ayrılan 3 ana kara parçasından oluşuyordu. Pasifik Okyanusu’na tek tek ya da gruplar halinde dağılmış kayalık adaların tümü, bir zamanlar Mu kıtasının birer parçasıydılar. Bu kıta üzerinde yaşayanlar yeryüzünü kolonize etmişlerdi. Mu kıtası bundan 12.000 yıl önce korkunç yer sarsıntılarından sonra, su ve ateş girdapları içinde kaybolup sulara karışmıştı ve beraberinde 83.000 yıllık bir uygarlığı da götürmüştü.
ARKEOLOJİK BULUNTULAR
Mu kıtasıyla ilgili arkeolojik buluntuları incelediğimizde ilk olarak James Churchvard’ın sözünü ettiği iki bronz heykelcik ile karşılaşmaktayız. James Churchvard’a göre bu heykelcikler Anakara’da ya da eski Uygur kentlerinden birinde yapılmış olmalılar. Bu heykeller, büyük yönetici Mu’nun simgesidir. Bu heykelcikler eğer Uygur kökenli ise, 18.000 ile 20.000 yıl kadar eski, Mu kökenli ise de, yaşının tahmin edilmesi bile mümkün değildir. Heykellerin işçiliğindeki incelik dikkat çekicidir. Bu iki heykelcikten başka Britanya Müzesi’nde Mu’da imal edildiğine hiç kuşku olmayan üç asa bulunmaktadır.
Mu’nun varlığına ilişkin kanıtların bir kısmı da Pasifikte Mu’dan arta kalan adalarda rastlanan arkeolojik kalıntılardır. Mu’nun 7 büyük kentinden birinin yakınlarında bulunan Panape adasında duvarlarının yüksekliği 10 m’yi aşan, boyu 100 m’yi bulan bazalt bir tapınak vardır. Tapınağın duvarlarında Mu uygarlığının kutsal sembollerinin çoğunun kabartmaları bulunmaktadır. Tapınağın çevresinde bir labirent, bir piramit ve geniş yeraltı geçitleri bulunmuştur. Uzmanlar, bu yapıların ancak yüksek bir uygarlığın ürünü olabileceklerini açıklamışlardır. Ponape civarındaki adacıklardan biri olan Non Madol adasında ise, ağırlıkları 10‘ar ton olan binlerce bazalt sütundan kurulu bir yapıya raslanmıştır. Bu yapılar deniz altında devam etmektedir.
Mu’dan arta kalan anıtlardan en ilgi çekici olanları ise Paskalya adasında bulunan dikili dev heykellerdir. En büyük heykel henüz bitmemiş durumda bir taş ocağında bulunmuştur ve yüksekliği 20 m.’dir. Diğer heykellerin çoğu 50 ton ağırlığında ve bazıları 10.5 m. boyunda olup sayıları 600’e yakındır. Ada yerlileri herhangi bir yazı şekli kullanmamalarına karşın, adada çok eski tabletler mevcuttur. Bu tabletlerdeki yazıya Dünya’da bir tek yerde, Paskalya adasından oldukça uzakta bulunan, Mu kolonilerinin bulunduğu Hindistan’da İndüs Vadisi’nde raslıyoruz. Bugün Paskalya adası olan yer o günlerde Mu kıtasının bir parçasıydı ve bugünkü yerlilerin o heykelleri yapan kişilerle bir akrabalığı yoktu. Bugünkü yerliler o heykelleri yapanlardan çok daha alt bir uygarlık seviyesinde yer alırlar.
Pasifikte bulunan Tonga Tabu adasında, adanın doğal yapısında hiç taş bulunmamasına rağmen 70’er tonluk sütunlardan oluşan bir kemer bulunmaktadır. Sütunların üzerindeki diğer taş ise 25 ton ağırlığındadır.
Raratonga ve Kangaia adalarında Paskalya adasında bulunan tablette ve efsanede sözü edilen, devasa taşlarla yapılmış yaşı meçhul bir taş yol bulunmaktadır.
Navigator, Cambier, Rapa adalarında ve Borneo’da dev platformlar, dev şato kalıntıları ve Mısır’ınkinden çok daha eski mumyalar bulunmuştur.
MU’DA YAŞAM
Mu’nun yok oluş döneminde, bu ülke halkı son derece gelişmiş yüksek bir uygarlık düzeyinde bulunuyorlardı. Ayrıca mimarlık, büyük taş mabetler ve saraylar inşa etmede de çok ilerlemişlerdi ve anıt olarak dikilen yekpare taş blokları işlemenin ustasıydılar. Mu ülkesi dünya medeniyetinin, eğitimin, ticaret ve alışverişin baş merkeziydi. Bilim konusunda da günümüzden hayli ilerdeydiler. Buna hiç şaşmamalı, çünkü onlar iki yüz bin yıllık bir deneyim ve gelişimin sonuna varmışlardı. Biz ise beş yüz yıllık bir iddiada bile bulunamıyoruz.
Eski bir Maya yazıtı olan Troano yazmasına göre; kıtada 10 kabileden meydana gelen 60 milyon insan yaşamaktaydı. RA-MU dedikleri seçkin bir krala sahiptiler. Burası geniş düzlükleri olan güzel, tropik bir ülkeydi. Hayat neşe ve mutluluk içinde geçiyordu. RA-MU imparatordu ve hiyerarşinin şefiydi. İmparatorluğun sembolü yükselen güneşti, adı ise Güneş İmparatorluğu idi. Bu yükselen güneş sembolü bugün dünyadaki çeşitli ulusların da amblemidir.
Mu ülkesi insanları, tabletlerdeki yazılara göre; ahlak ve bilgeliğe dayalı bir düzen içinde, kozmik yasa ve enerjilerle tam bir uyum halinde yaşıyorlardı. Bu, bugünkü dünya insanlığının temsilcileri olan bizler gibi tabiata karşı savaş halinde olan bir yaşam olmayıp, İlahi İrade Kanunları doğrultusunda, doğayla içiçe, kendini doğadan soyutlamadan bir yaşam anlayışı ve uygulamasıydı. Günümüzde dünyada özlemini çektiğimiz fakat bir türlü kuramadığımız spiritüel bilim ve yaşam tarzı MU‘nun son günlerine kadar yaygın olarak uygulanır haldeydi. MU’lular, başta din adamları olmak üzere duyular dışı yeteneklere (telekinezi, durugörü, duruişiti...) doğuştan sahip bulunuyor ve bunları normal olarak kullanıyorlardı. MU’nun bilim rahipleri kaynaklarda Naakaller olarak geçmektedir. Bunlar gerek göçler gerekse göçlerden önce dünyanın çeşitli yerlerine giderek, bilimin Anavatan MU’dan dünyanın dört bir yanına yayılmasına yardımcı olmuşlardır. Bilim ve uygarlık MU anavatanından dünyanın dört bir yanına bu şekilde yayılmıştır. Günümüzdeki bunca ilerlemeye rağmen hala hasretini çektiğimiz savaş, kavga ve çevre sorunları bulunmayan bir yaşam şeklini normal olarak yaşayan MU sakinlerinin kuşkusuz buna yakışır bir Yaradan inançları vardı. Hepsi de ruhun ölümsüzlüğüne inanıyordu ve semboller vasıtasıyla “İlahi Varlığa” ibadet ediyorlardı.
Bugünkü Pasifik Okyanusunda Amerika’yla Asya arasında bulunan ( o zamanki) MU kıtasında, Paskalya adasında bulunan yazıtlara göre, ılıman bir iklim hakimdi. Bu kıtanın yemyeşil engin düzlükleri, pek çok sayıda ırmaklarla sulanarak daha da verimli hale geliyordu. MU kıtasının ortaya çıkışı yine MU kökenli tabletlerden anlaşılmaktadır. Bunlara göre, kıta denizden yükselerek oluşmuştur. Yine, bu tabletlere göre geyikle sembolize olmuş ilk insan MU’da ortaya çıkmıştır.
Reenkarnasyon MU’da en temel bilgilerden biriydi ve canlılık halini ruhun bedene bağlı bulunmasıyla açıklıyorlardı. Doğmak, bir varlığın beden üzerinde hakimiyet kurması demekti. Bu hakimiyetin derecesi tecrübe ile artmakta ve gelişmekteydi. Göksel gerçeklere ulaşılabilmesi için ruhsal varlıkların beden içinde tecrübeler yapması ve bunun için de birçok kereler doğması, yani beden değiştirmesi gayet doğaldı.
21. yüzyıla girme hazırlıkları içinde olan bugünkü bizlerin özlemini çektiğimiz gerçek sevgi anlayışının MU’da ayrı bir yeri bulunuyordu. “Göksel Baba” kavramlarını sevgiyle özdeş tutarlardı. Sevgisiz göksel gerçeklere ulaşmanın mümkün olamayacağını öğretirlerdi. İnsanları kendilerine kardeş olarak bilen MU’da Tanrı’yı sevmek insanları sevmekle özdeş tutulurdu. Görüldüğü gibi bu bakımdan da spiritüel yaklaşımla büyük bir benzerlik bulunmaktadır.
MU’DA YAZI
James Churchvard’a göre MU alfabesi 16 harften oluşuyordu ve çok sayıda çift sesli bulunmaktaydı. Harfler çeşitli şekiller ve semboller halindeydi. Her harfin kendisini ifade eden üç ayrı gösterimi bulunuyordu. Bunlardan ilki hiyeratik harfti ve saklı bir anlamı da mevcuttu. İkincisi yinel olarak kelime içinde kullanıldığı şekil, üçüncüsü ise ya sıfat ya da vurgu olarak kullanılıyordu. yinel olarak kullanılan yazıdan başka sadece bazı Naakallerin kullandığı ve ezoterik anlamlar taşıyan bir hiyeratik yazı şekli de vardı.
İLK DİNI DİYAGRAM
Arkeolog Le Plengeon’un “Kutsal Sırlar Mabedi” dediği Yukatan’daki “Uxmal Mabedi”nde James Churchvard’ın “İnsanlığın İlk Dini Diyagramı” dediği MU kozmogonik diyagramı bulunmuştur. (Bkz. resim 1) Bu diyagramda merkezdeki daire Güneş’in, Ra’nın ve Tanrı’nın kolektif simgesidir. Ayrıca iki daire arasında, birbirine geçmiş iki üçgenden meydana gelen on iki ayırım, semanın (ötealemin) on iki kapısını simgeler. Her kapı ise bir bilgeliği simgeler. Ruh, bu “on iki” bilgeliğe sahip olunca, cennetin kapılarından geçebilir. Ruh, öte dünyanın on iki kapısından geçmeden önce, on iki dünyasal kötü eğilimi yenmiş olduğunu kanıtlamak zorundadır. Aşağıya doğru inen şeritler ise ruhun cenneti kazanması için tırmanması gereken yükselen yolu simgeler. Yani ruh durmadan daha yükseğe, mükemmele doğru yükselmelidir. Şerit sekiz bölümlüdür. Sekiz öte dünyaya geçmeden önce, insanın geçmesi gereken sekiz yolu temsil eder. Bu ilk dini diyagramdaki 12 sayısını daha sonra birçok uygarlığın dini panteonunda görmekteyiz. Örn. Hintlilerin Vedalarında, büyük Tanrılar Dairesinde her zaman 12 Tanrı olurdu. Hitit Panteonu 12 Tanrı tarafından yönetilir ve Yunan Panteonu da her zaman 12 Tanrı’dan oluşur.
KUTSAL DÖRTLÜ
W. Niven’in Mek****o City yakınlarında bulduğu 2600 adet tablet arşivi içinde bulunan tabletlerden birinin üzerinde çok özel bir işleme bulunmaktaydı. (Bkz. Res. 2) Bu, yüz bin yılı aşkın süredir “Kutsal Dörtlü” olarak bilinen simgesel bir figürdü. Bu büyük Kutsal Dörtlülere, eskiler birçok farklı isim vermişler ve bu figürler insanlığın dinsel anlayışlarında hep önemli bir yer tutmuştur.
Bu tablette Kutsal Dörtlünün tam olarak ne olduğu, kökeni ve işleyişi anlatılıyordu. Buna göre bu sembol, Yaratıcı’dan süzülüp gelen Dört Büyük İlksel Kuvvettir. İlk olarak, evren boyunca kaostan, yasa ve düzen haline evrimleşmişlerdir. İkinci olarak, yaratıcının emriyle tüm şeylerin yaratılmasında yaratıcının idarecileri olmuşlardır. Üçüncü olarak da, evren boyunca fiziksel alemin sorumluluğu onlara verilmiştir. Bu açıkça gösterir ki Kuvvetlerin Kökeni, Yaratıcı’nın kendisidir, tüm diğer kuvvetler bu dört kuvvete nazaran ikincil ve bağımlıdırlar. Kutsal Dörtlü sembolünün ortasındaki daire; Yaradan’ın, Güneş’in ve kral Ra-Mu’nun simgesiydi. Dairenin içindeki sembol ise Mu alfabesindeki H harfine denk geliyordu. (H harfi tabiatın dört gücünü simgeliyordu.)
MU’dan göç edenlerin hemen hemen tümünün kültürlerinde bu dört büyük kuvvet kavramının izleri görülür. Haçla veya gamalı haçla yani svastikayla temsil edilen bu dört büyük kuvvet kavramı, çeşitli kavimlerde, çeşitli şekillerde sembolize edilmiştir. Bu sembole MU kültürünün yayıldığı bütün kıtalarda raslanır. Orta Asya Türkleri’nde, Tibet’te, Hititler’de, Urartular’da bu sembole hep rastlanmıştır. Bu tür bilgileri Tibet tarikatlarından elde ettiği söylenen Hitlerin de bu sembolü çarpıtarak kullandığı görülür.
KOLONİLEŞME
MU’lular denizcilikte ileri olup, dünyanın en uzak yerlerine bile, hava taşıtları olmalarına rağmen yinellikle deniz yoluyla giderlerdi. Anakıta kalabalıklaşmaya başlayınca MU’nun denizcileri arasındaki bazı hırslı ve girişken gruplar yeni ve yaşanabilir adalar buldular. Böylece MU kültürü önce kolonilere, oradan da tüm dünyaya yayılmış oldu. MU’dan giden koloniciler kesinlikle sömürgecilik anlayışı taşımamışlardır. Bir koloni, Anakaranın denetimi altında kendini yönetecek kadar geliştiği zaman bir koloni imparatorluğuna dönüşüyor ve buraya bir hükümdar atanıyordu. Hükümdarın ünvanı, ”Güneş’in Oğlu”ydu; bu ona Anakara tarafından verilen ve Mu’nun yani “Güneş İmparatorluğunun” tebasından ya da onun oğlu olduğu anlamına gelen bir ünvandı.
Adadan ayrılanlara “Mayalar” adı verildi. James Churchvard ilk MU kolonisinin ne zaman kurulduğu hakkında kesin bir tarih bulamamıştır. Tarihlendirilebilen ilk koloni Mısır’daki Nil deltasında yerleşmiş olan “Maya Kolonisi” yaklaşık 16. 000 yıl önce kurulmuştu. Kolonileşmede başlıca iki ana deniz yolu izlendi. İki esas istikamet, MU’dan hareketle Doğu ve Batıydı.
a-Doğu Kolonileri:
Doğu yönünde ilk yerleşimler, bugün Kuzey ya da Orta Amerika’nın Batı sahilleri olarak bilinen yerlerde gerçekleşmişti. MU’dan çıkan iki temel hat bulunuyordu. Bunlardan ilki MU’dan Yukatan’a ve Orta Amerika’ya oradan Atlantis’e kadar uzanıyordu. Diğeri ise; Atlantis’ten Akdeniz ve Anadolu’ya sonra da Çanakkale Boğazı yoluyla Karadeniz’in güneydoğusuna dek gitmekteydi.
Anakaranın güney doğu kısımları Karya ülkesiydi. MU’nun güney doğusundan çıkan, Karaib Denizine adını veren ve beyaz ırk olan grup Karalar ya da Karyalılar olarkak bilinen gruptu. Bunlar Anadolu’ya kadar göç ettiler ve Troyalılar ile Anadolu’nun ilk yerlilerini ve Yunanlıların atalarını oluşturdular. Günümüz tarihine baktığımızda ise Anadolu’da Karyalıların adına ancak M.Ö. 7. yüzyılda raslıyoruz. Anadolunun güneybatı kıyısında yer alan bölgeye günümüz arkeologları Karia (Karya) adını vermektedirler. Karyalılar kendilerini Anadolunun yerli halkı olarak tanıtmaktadırlar, ancak kullandıkları dil bugün hala tam olarak çözülememiştir. Mu’dan hareket eden bir grup Karyalılar ise Orta ve Güney Amerika’ya yerleşti, bir kısmı da Doğu Afrika’ya kadar uzanarak çoğunlukla zencilerin atalarını oluşturdular.
b-Batı Kolonileri:
Batı kolonileri ise ilk olarak, Asya’nın Doğu kıyılarında ortaya çıktılar. En bilineni, J. C’ın asıl güney yolu dediği Birmanya, Hint, Babil ve yukarı Mısır yoludur. Bu yolu izleyenler asıl Nagalar’dı, ama sonraları yerleştiklerin yerin ismini aldılar. Özellikle Hindistan’a gelen Nagalar, oradan Basra körfezini geçerek Fırat nehri ağzına yani bugünkü Mezopotamya bölgesine geldiler. Orada yerleştikleri bölgede kendilerine Sümer, Akad gibi isimler verdiler. Yani günümüz tarihinde bilinen Mezopotamya Uygarlıklarından; Babil, Akad ve Sümerler MU’dan göç eden Naga-Mayalardı. Babil kelimesi Naga dilinde Güneş Şehri anlamına geliyordu. Bu bilgilere göre Mezopotamya Uygarlıklarının tarihi 18. 000 yıl öncesine indirilebilmektedir. İkinci yol, MU’dan Malezya Adaları’na sonra Güney Hint’e (Dravidalar olarak) ve sonunda Afrika’ya gider. Afrika’daki koloni Güney Nubi’de yerleşerek, bugünkü Mısırlıların ataları oldular.
Diğer bir kolonileşme akımı Kişe-Mayalar tarafından Malezya Adalarından hareketle başka bir yol izleyerek başlar, nitekim Orta Amerika’da, Güney Amerika ve güney denizlerindeki adalarda onların izleri bulunmuştur. Japonlar, Kişelerin kollarından biridir. Bir diğer yol ise, Asya’nın kuzeyine yerleşen Moğolların yoludur.
MU’dan hareket eden en önemli batı yolu, kuzey kolonileşme hattı idi ve Ari ırkının ataları tarafından takip edilmişti. Sonradan Uygur Türkleri olarak bilinen bu insanların Orta Asya’daki ilk yerleşim merkezleri Baykal gölünün güneyindeki Orhun ve Selenga ırmaklarının bulunduğu bölge olmuştur. Uygur İmp. MU’ya ait olan koloni İmparatorluklarının ilki, en büyüğü ve en önemlisiydi. Oysa günümüz tarihi Uygurlardan VI. yy. dan itibaren söz etmeye başlar. Uygur İmparatorluğu, doğuda Pasifik Okyanusuna, batıda bugün Moskova’nın bulunduğu yere kadar uzanıyordu. Uygurlar’ın tarihi, bir bakıma, Ari ırkın tarihidir, zira hakiki Ariler Uygurlar’dan gelirler. Uygurlar Orta Amerika’da, üçüncü devirde, zincir halinde yerleşme yerleri kurdular. Büyük manyetik felaketler ve dağların yükselmesiyle yıkılan İmparatorluktan sonra geride kalanlar ve onların soyları, Avrupa’da yeni koloniler kurdular. Slavlar, Tötonlar, Keltler, İrlandalılar, Brötonlar ve Basklar, hepsi Uygurlar’dan gelmişlerdir. Açık tenli, beyaz derili, mavi gözlü ve özellikle kuzeyde sarı saçlı olan Uygurlar, MU’nun ilk koloni İmparatorluğu oldular. Uygurlar, İmparatorluğun yaklaşık yarısını, Mu batmadan önce yitirmişlerdi. Diğer yarısı ise, Mu’nun batışının sonucunda silinmeye yüz tutmuştur.
Zaman içinde, Uygur İmparatorluğu içinde dallanmalar meydana gelmiş, Hindistan’a, Çin’e Afganistan ve İran yoluyla Anadolu’ya ve Balkanlara göçler olmuştur. Uygur kökenli göçler birtakım doğal olaylar sebebiyle olmuştur. Bugün bir çöl olan Gobi bir zamanlar bir iç denizdir ve bölge zengin ağaçlarla, meyvelerle ve hayvanlarla doluydu. Yeni oluşumların ardından meydana gelen yükselişlere paralel olarak oralarda çöküşler oluşmuştur. Gobi’nin çölleşmesine sebep olan iki tane büyük deniz Hazar ve Karadeniz’dir. Hazar ve Karadeniz o zamanlar dağlık bölgelerdi. Çökmeler başlayınca Gobi’nin suları da çekildi. O sular Karadeniz ve Hazar Deniz’inin meydana gelmesine sebep oldu. Bugün Karadeniz’in dibi hayvan cesetleriyle doludur ve bu yüzden zehirlidir.
J. C tarafından Tibet manastırlarından birinde keşfedilen Naakal arşivleri, 70. 000 yıl önce, Naakaller tarafından, Anavatan’ın kutsal ve vahye dayalı yazılarının kopyalarının Uygur başkentine nasıl getirildiğini anlatır.
MU’NUN BATIŞ SEBEPLERİ
a) Jeolojik Sebep:
MU kıtasının batışı bir anda olmayıp kademeli olarak gerçekleşmiştir. Yerküre kabuğunun temel kayası olan granit, muazzam boşluklar veya yüksek seviyede patlayıcı özelliği arz eden volkanik gazlarla dolu cepler yüzünden kalbura dönmüş haldedir. Bu cepler boşalıverince ara bölmeler, ayakta tuttukları kara parçasının sulara gömülmesine yol açacak şekilde çökmüştür. Churchvard’ın araştırmalaları, bu kadim uygarlığa ağır bir darbe indirmiş olan felaketin, kıtayı dik tutan ve birbirlerinden ayrı durumda bulunan, ama birbirlerine çatlaklarla veya yarıklarla bağlı olan bir dizi üst cepteki gazların boşalıvermesi sonucunda meydana geldiğini ispatlamaktadır.
İlk volkanik infilaklarla meydana gelen depremlerden MU’nun daha çok güney bölgeleri zarar görür. Depremden ortaya çıkan dalgalar güney şehirlerini yok eder. Volkanik patlamalar bir zaman sonra durur; yıkılan yerler yeniden yapılır, sosyal faaliyetler yeniden başlar. Ancak birkaç nesil sonra yeniden başlayan depremler kıtanın geride adacıklar bırakıp tümüyle batmasına neden olarak, bu uygarlığın sonunu getirir. MU’nun tümüyle batışı “Troano Belgesi”ne ve “Uxmal Mabedi” kayıtlarına göre11.500-12.000 yıl önce vuku bulmuştur.
b) Ezoterik Sebep :
MU Uygarlığının batış nedenlerini Dr. Bedri Ruhselman Neo-Spiritüalizme dayanarak şöyle açıklamıştı:
MU Medeniyeti, zamanının en son realitesine varmıştı. Bunun bir üst plana çıkabilmesi için, dünyada mevcut her olayda olduğu gibi, esas olan bir teşevvüş devresine girmesi gerekirdi. Ve nitekim J.C’ın dejenerasyon dediği ve bizim de teşevvüş diye nitelendirdiğimiz olay zamanın realitesini aşmak için ortaya çıkmıştır. J. C’a göre ise; Dünyada hiç bir millet, MU’lular kadar kendi inançlarına bağnazca bağlanmamıştır. Tibet’te bulunan “Lhasan Belgesi”nde kıtanın batışı şöyle anlatılmaktadır: “Şimdi deniz olan yere yıldız düştüğünde, yedi kent altın kapıları ve saydam tapınaklarıyla fırtınadaki yapraklar gibi sallandı. İnsanların çığlıkları ortalığı kapladı. Tapınaklara koşarak kurtuluş aradılar. Bilge RA-MU kalktı ve onlara şöyle dedi: ‘Sizlere bütün bunları önceden haber vermedim mi? Hepiniz öleceksiniz ve yeni bir nesil doğacak . O nesil üstünlüğünün, üzerine giydiği şeylerden olmadığını, kendisinin feda etmiş olduğu şeylerden meydana geldiğini unuttuğu an, sizlerin başına gelenler, onların başına da gelecek.‘ Dünyanın büyük idarecisi MU kıtası, depremlerle sarsıldı. Kıta iki kere kalktı ve ateşler içerisinde gözden kayboldu. ”
Şimdi bu bilgiye göre diyebiliriz ki; Bir medeniyet ne kadar yüksek, ne kadar parlak ne kadar kapsamlı olursa olsun, eğer bağnaz denecek kadar bağlı ve hareketten yoksun kalırsa, o medeniyet teşevvüşe düşmeye yüz tutar. Bu bir tabiat kanunudur. J. C diyor ki: MU medeniyeti asla dogmatik değildir. Buna rağmen son zamanlarda sanki dogmatik bir bağnazlıkla realiteler dondurulmuş ve putlaştırılmıştır. Böylece o güzel realiteler, yerlerini hurafelere ve batıl inançlara terk etmiş ve teşevvüş başlamıştır.
Diyebiliriz ki; Bir uygarlık ne kadar geniş kapsamlı, kütlesel ve ne kadar büyük olursa, ondan önce gelen teşevvüş devresi de o nisbette ağır ve tahammülü güç bir görüntü arz eder. demek ki MU medeniyetinin yıkılması bir icaptır.
MU UYGARLIĞI VE ANADOLU
MU Uygarlığının, yukarıda incelemiş olduğumuz kolonileşme hareketlerinde her iki ana kolonileşme hattının (Doğu ve Batı) üzerinde yaşamakta olduğumuz Anadolu toprakları için önemli bir yeri olduğunu görmekteyiz. MU halkının bir kısmının Doğu koloni hattıyla Anadoluya gelip ilk atalarımızı oluşturduklarını, Batı koloni hattını incelediğimizde ise MU kıtasının en önemli kolonilerinden birinin büyük Türk devletlerinden biri olan UYGURLAR’ın ataları olduğunu görmekteyiz. Ayrıca tarih boyunca Anadoluyla etkileşim içinde olan Mezopotamya bölgesindeki Uygarlıkların atalarını da MU’dan göç edenlerin oluşturduklarını biliyoruz.
Anadolu halkının en eskisinden en yenisine, yani en son göç olan Oğuzların göçüne kadar bütün beslenme kaynağı Moğolistan’dır. Ve Moğolistan bölgesini de MU’dan göç eden Batı kolonilerinin bir kolu oluşturmuştur. Atlantislilerin göçü nasıl Mısır’ı meydana getirmişse, orayı kendileri için büyük bir göç yeri ve temel bir vatan yapmışlarsa, MU Uygarlığı’nın insanları da Uygurları temel olarak seçmişlerdir. Dolayısıyla iyilik ve güzellikle, felsefeyle ilgili bütün bilgileri oraya nakletmişlerdir. Uygurların kaynağı bugünkü Moğolistan ve Gobi Çölü’nün dağ yamaçlarına yakın olan bölgelerdir.
Sayın Ergün Arıkdal’ın da belirttiği gibi; “Uygurların inanç, bilim, sosyolojik yaşam, insan ve doğa arasındaki denge, insan ve kozmos arasındaki yapılar bakımından getirip bıraktıkları esaslar çok doğrudur. Büyük Uygur göçüyle birlikte MU bilgeliği ve Atlantis teknolojisiyle yetişmiş olan büyük insanlık güçleri de, zekası ve zihni de göç etti. Onların içinde karışmış birçok varlıkta tohum halinde kapasite mevcuttur. Bu kalıtımın artık ne Atlantis’te ne de MU’da olmayışı, bunların sadece bir kısmının Mısır taraflarında, bir kısmının da Uygurlarda kalışı çok önemlidir. Bu insanların en çok taşıdıkları özellik, duyular dışı algılamayla ilgili kodlardır. Bunlar mükemmel bir şekilde hiçbir bozulmaya ve eksilmeye yer bırakılmadan o varlıklar tarafından göçlerle bu ülkeye, Anadoluya yeniden getirilmiştir. Kaybolmuş o yetenekler o insanlar tarafından tekrar yayılmıştır. Bu nedenle Anadolu insanının hepsi ister istemez sürekli bir şekilde üst planlarla irtibat halinde yaşar. Bizim iç yüzümüz sürekli bir şekilde ruhsal dünyaya dönüktür. Çünkü doğamızda, taşıdığımız DNA’larda bu tarafımız gelişmiştir. Bunlar, bize anavatanımız MU’dan, Uygur akımından intikal eden bir vazife mirasıdır. Anadolu insanının vazifesi, MU’da ve Atlantis’te olan, kendisinden sonraki büyük insanlık kitlesinin üzerine bırakacağı bilgi intikalini sağlamaktır.
MU Uygarlığının bize naklettiği en büyük bilgilerden biri, tek olan ve kendi kendisiyle sınırlanmış olan bir Mutlak’ın, bir Yaradan’ın ve bir yaratılışın olduğudur. Bu DNA’ya sahip olan varlıkların birinci temel ilkesi budur. Ve en büyük vazifeleri de bu ilkeyi yeniden yaratmak ve sahip olabilmek, bunu şuurlu bir şekilde yaşamanın yollarını sağlamaktır. Birçok bilgilerin uzaylılar tarafından insanlara verilmiş olması gerekmez. Bizim elimizdeki birçok bilgiler dedelerimizin dedesinin, belki bin kuşak ötedeki enkarne olmuş ruhsal varlıkların bıraktığı mirastır.”
Alıntırdır büyük bir araştırmaydı Bana Göre Hala Soyumuz Acıklanamıyor Normal Bir Avrupalıdan cok Farklı Vücüt Yapılarına Sahibiz Aklımız War Ama Kullanamıyoruz.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder