Tum dunyanin puslu vadisine degisik bir gozle bakarken, bilginin esas paylasmanin onemli oldugunu hic aklimizdan cikarmadik. Kendimize olan inancimizi; Kadim Turk Devletinden, Gucumuzu ve Kudretimizi Boru Budun'larina olan sonsuz saygimizdan alirken, sancagimizi da Peygamber efendimizin mirasi sayip kiyamet gunune kadar yasatacagimiza dair, varligimizin son zerresine kadar Yemin ettik. Mahsusa
27 Aralık 2012 Perşembe
Mehmet Akif Ersoy’un Hayatı 1873-1936 Saygi ve Rahmetle Aniyoruz...
Mehmet Akif’in Validesi
Akif’in annesi Emine Şerife Hanım aslen Buhara’lıdır.Bizzat Akif’in O’na dair verdiği malumata göre,bundan bir buçuk asır kadar evvel Hekim Hacı Baba isminde biri;Buhara’dan Anadolu’ya gelerek,Boyabat’ta evlenmiş, sonra karısını alıp Tokat’a gitmiş ve orada yerleşmişti.Akif’in anneannesi,evlenme çağına gelince Buhara’dan gelen Tacir Mehmet Efendi’ye varmış ve annesi bu izdivacın mahsulü olmuştu.Akif’in Annesi,hem baba tarafından,hem ana tarafından Buhara’lıdır. Fakat kendisi Anadolu’da doğmuş ve büyümüştür. Akif’in Annesi Tokat’ta yetiştikten sonra Şirvanlı’lardan Derviş Efendi ile evlenmiş,sonra kocası ile birlikte Amasya’ya,daha sonra İstanbul’a gelerek Sarıgüzel’deki evine yerleşmiştir. Şerife Hanım’ın Derviş Efendi’den iki erkek,bir kız çocuğu doğduysa da,erkeklerin vefatından sonra babaları da rahmet-i Hakk’a kavuşmuş ve Şerife Hanım genç yaşta dul kalmıştı.Akif’in Babası Mehmet Tahir Efendi,bu sırada o’na talip olmuş ve onunla evlenmişti. Emine Şerife hanım,tam manasıyla,İslam Türk kadını idi.Sağlam bünyeli,sağlam seciyeli,anlayışlı,tecrübeli ve derin görüşlü bir kadındı. İtikadı bütün bir Müslümandı.Beş vakit namazını ihmal etmez,ibadetlerinden haz duyar,itikatlarını yaşar,feragat ruhunu canlandırır,iyilik etmekten,iyilik etmek için koşmaktan bahtiyarlık duyar, ince hisli, yüksek ruhlu bir insandı. Emine Şerife Hanım İpek’li Tahir Efendi ile evlendikten sonra,ilk kocası’nın son yadigarı olan kızını da kaybetmiş, fakat Şerife Hanım bu acıya da tahammül ettikten sonra,Akif’i doğurmuş,bu oğlunun doğması O’na en büyük teselliyi vermiş ve geçen matemlerini unutmuştu.
Mehmet Akif’in Babası
Akif’in Babası Mehmet Tahir Efendi,Fatih dersiamlarındandı.Kendisi İpek’in Şuşisa köyündendi ve Nurettin Ağa’nın oğluydu.Tahir Efendi İpek’te biraz okumuş,sonra İstanbul’a gelmiş,Yozgat’lı Mahmut Efendi’den ders görmüş ve icazet almıştı.O’nun Şerif Efendi’den mücaz olduğunu da,eski Diyanet İşleri Reisi Prof. Şerafettin Yaltkaya söylemişti.Yani İpek’in köylüsü,ve Akif’in “Asım” adlı eserinde,Köse İmam’ın mübalağalı diliyle anlattığı vechile, “Ümmi, yarı vahşi” adamın oğlu,kendi sa’y ü gayretiyle,kendi sebat ve ikdamiyle büyük bir gayeyi gerçekleştirmişti. Çünkü o zamanın telekkisine göre ilim,Fatih’te idi ve Fatih müderrislerinden olmak,gıpta değer bir paye idi. İlim, Fatih’ten öteye,mesela Şehzadebaşı’na veya Beyazıt’a inmeye tenezzül etmezdi.Buralara ancak ilmin serpintileri varabilirdi. İlmim asıl kaynağı ise “Fatih” te idi.Bu telekkiyi göz önünde tutacak olursak İpek’in köylüsü Ümmi,yarı vahşi bir adamın oğlu olarak İstanbul’a gelen,hiçbir hamisi bulunmayan ve yalnız kendi emeğine,kendi gücüne ve kendi seciyesine güvenen Tahir Efendi’nin Fatih Müderrisliğine yükseldiği günü, hayatının en bahtiyar günü saymak icap eder.Çünkü İpek’in köylüsü,verese-i enbiya (nebilerin varisi) makamına ermiş ve köyünden çıktığı gün tasarladığı gayeye varmıştı. Kuvvetli bir adam olduğu muhakkaktı. Tahir Efendi’nin arkadaşları arasında şöhreti onun seciyesi hakkında bize mühim bir ipucu veriyor.Çünkü aynı adı taşıyan Tahir’lerden ayırt edilmek için “Temiz Tahir Efendi” diye anılıyordu.Demekki tahsil için medreselerde geçirdiği seneler sırasında “temizlik” ile temayüz etmişti. Medrese hayatında temizlik ile temayüz etmek ise kolay bir iş değildir.Çünkü bu temizliği bizzat temin etmek ve onun icap ettirdiği bütün zahmetlere doğrudan doğruya katlanmak zarureti vardır. Üstünü başını yıkamak, odasını silip süpürmek, yemeğini pişirmek, bulaşığını yıkamak, velhasıl temizliğin bütün zahmetlerine şahsen katlanmak lazımdır. Tahir Efendi bunların hepsini yaptığı için arkadaşları arasında temizliğiyle temayüz etmiş ve sonuna kadar “Temiz Tahir Efendi” diye tanınmıştır.İhtimal ki,O’nun Emine Şerife Hanımla evlenmesini kolaylaştıran en bellibaşlı amil,temizliği yüzünden kazandığı bu şöhrettir.Çünkü Emine Şerife Hanım da her manasiyle temiz bir kadındı ve karı koca her bakımdan birbirlerine denktiler.
Mehmet Akif’in Doğması
Tahir Efendi ileŞerife Hanımın evlenmelerinin ilk semeresi,Mehmet Akif’ti.Akif,hicretin 1290 (1873 yılında)şevval ayında doğdu. Babası, ebced hesabiyle tarih düştüğü için ona “Ragıyf” ismini vermiştir. 1290 = 80 + 10 + 1000 + 200. Ev ve mahalle halkı bu ismi anlaıyamamış ve onu Akif’e çevirmiştir.Yalnız Akif’in Babası onu “Ragıyf” diye çağırmaya devam etmiştir.
Akif’in Tahsili
Merhum Akif,tahsil hayatı hakkında şu malumatı veriyor: “İlk tahsile Fatih civarında “Emir Buhari”mahalle mektebinde ve dört yaşında başladım.Hocamı şahsen hatırlarım; fakat ismini hatırlıyamıyorum.Burada iki sene kadar bulundum. “Fatih’te muvakkithanenin yanıbaşındaki iptidai mektebinde ilk tahsile devam ettim.Bu mektep,Maarif Nazare- tine bağlı resmi bir mektepti. Bir çok hocaları vardı.Hem bu mektebe gidiyordum hem de pederim bana yavaş ya- vaş Arapça okutuyordu. Bu mektebe üç sene devam ettim. “Rüştiye mektebim,Fatih’te Otlakçı Yokuşunda bulunan Fatih Merkez Rüştiyesi’dir. Buradaki muallimlerimden hatırlarım, başmuallim Hoca Süleyman Efendi, ikinci muallim Mustafa Efendi, üçüncü muallim Hafız Osman Efendi.Diğer hocalar seyar idiler.Bu seyar hocaların en mühimmi,son sınıfta kendisinden Türkçe okuduğum Hoca Kadri Efendidir. Hoca Kadri Efendi,Abdulhamit devrinin hürriyetperver şahsiyetlerindendir.O devirde evvela Mısıra kaçtı. Orada “Kanun-u Esasi”gazetesini çıkardı.Sonra Paris’e gitti.Paris’te Harb-i Umumi ortalarına kadar yaşadı.İlmen ve ahlaken çok yüksek bir zattı Aslen Herseklidir.İngiliz Kerim Efendi’den,Hoca Tahir Efendi’den okumuş;Arapçası,Farsçası çok kuvvetliydi. Bu zat lisan itibariyle üzerimde çok müessir oldu.O kadar yüksek bir adamın alelade bir nasihati bile tesir yapar. “Rüştiye tahsiline devam ederken babamdan yine Arapça okuyordum ve iyice ilerlemiştim.Seviyem,mektep programından çok yüksekti.Babam,o zamanın usulünü ve kitaplarını takip ediyordu.Mektepte okunan Farisi ile iktifa edemezdim. Fatih Camiinde ikindiden sonra”Hafız Divanı”gibi,”Gülistan”gibi,”Mesnevi”gibi muhalletadatı okutan Esat Dede’ye devam ederdim. Rüştiye tahsilinde zaten en çok lisan derslerine temayyülüm vardı.Dört lisanda(Türkçe,Arapça,Farsça, ve Fransızca) birinci idim ve şiiri çok severdim.İlk okuduğum şiir kitabı Fuzuli’nin”Leyla ve Mecnun”udur.Babam bu tema- yülüme ses çıkarmazdı. “Rüştiyeyi bitirince,pederim meslek ve mektep tercihini bana bıraktı.Ben de o zaman parlak bir mektep olan Mülkiye’yi tercih ettim. O vakit Rüştiye’den Mülkiye’ye talebe alınırdı, fakat benim Rüştiye’den çıktığım sene Mülkiye teşkilatı ta- dil olundu.Beş senelik tahsil ikiye ayrıldı.1.Üç senelik idadi,2.İki senelik ali kısım.Rüştiye’den çıkınca bu teşkilata göre Mülkiye’nin idadi kısmına girdim.Üç sene sonra şehadetname aldım.Ali kısmına geçtim.Ali kısmının birinci sınıfına devam ederken pederimin vefatı sonra yegane me’vamız olan evimizin yanması üzerine zarüret içinde kalmıştım.İki sene sebat edip Mülkiye’yi bitirmek kabildi. Lakin o aralık mezunlara ya hiç vazife verilmiyor,yahut onları gayet cüz’i bir maaşla is- tihdam ediyorlardı. “Bu sırada, ilk defa olarak Mülkiye baytar(veteriner)Mektebi ihdas olundu.Birkaç arkadaş”Bu Mektep yenidir,çıkanlara memuriyet verecekler”diye Mülkiye’yi terk ettik, yeni mektebe girdik. O zaman Baytar Mektebi iki sene nehari,iki sene leyli olmak üzere dört senelikti. Biz nehari kısmını bitirince Halkalıdaki leyli kısmına geçtik. “İdadide,Mmülkiye’de,Baytar Mektebi’nde yine en çok lisan derslerinde iyi idim.Şiirle iştigalim Baytar Mektebi’nin Hal- kalıdaki son iki senede hızlandı.Çok manzum parçalar yazdım.Sonra bunların hepsini imha ettim.Şiirle alakamı artırmak için orta ve yüksek tahsilde yeni bir müessir çıkmamış;eski temayülüm inkişaf etmemiştir. “Baytar Mektebi’nde hocalarımızın çoğu doktordu.Bunlar hem mesleklerinde yüksek,hem dini salabet erbabı idiler. Bunların telkinleri de dini terbiyem üzerinde müessir olmuştur.İçlerinde baktoroloji muallimi Rıfat Hüsamettin Paşa gibi kıymetli hocalarımız vardı.Baytar Mektebini birincilikle bitirdim.” Akif’in tahsil hayatı sırasında karşılaştığı iki felaket,babasının ölümü ve evlerinin yanması.Bu iki felakat de 1305 se- nesine tesadüf eder.Babasının ölümü telafi edilmez bir kayıptı.Babasının bu sırada kaç yaşında olduğunu öğrenmek için bir hayli uğraştıktan sonra bunu yine bizzat Üstad’ın bir eserinden öğrendim.Üstad,”Fatih Camii”adlı eserinde,babası ile camiye gittiği zaman sekiz yaşında ve babasının elli yaşında olduğunu anlatır: “Beyaz sarıklı,temiz,yaşça elli beş ancak, Vücudu zinde,fakat saç sakal ziyadece ak” Akif,babasının ölümü sırasında on dört yaşında olduğuna göre,babasının 61-62 yaşlarında vefat etmiş olduğu açıkça anlaşılıyor. Fakat,evlerinin yanmasını,babasının talebesinden Prizren’li Hoca Mustafa Efendi,küçük bir himmetle az çok telafi edebildi;bu sadık ve vefalı talebe,hocasının yanan evinin yerine üç dört odalı bir ev yaptırarak,hocasının ailesini kirada sürünmekten kurtardı.Akif de 1309 (1893) de tahsilini ikmal ederek hayata atılabilecek seviyeye geldi.
Memuriyet Hayatı
Akif memuriyet hayatını girişini şu şekilde anlatıyor: “Mektepten çıkınca,beni ve benden sonra gelen ikinciyi ki Simon isminde bir ermeni genciydi.Ziraat Nezareti Umuru Baytariye Şubesine alıkoydular,yedi yüz elli kuruşlu bir memuriyete tayin ettiler.Vazife merkezi Nezaret olmakla bera- ber,üç dört sene kadar Rumeli’de,Anadolu’da,Arabistan’da sair hayvan işi üzerinde hayli dolaştım.Köylü ile de bu müd- det zarfında gayet sıkı temas ettim.” Akif,memuriyet dolayısiyle,Rumeli’de dolaştığı sırada İpekteki akrabasıyla temas etmek üzere bu taraflara uğradı ve amcalarından birkaçını buldu.Bunlar onu izaz etmişler ve amcaoğullarından Fazıl Efendi namında biri İstanbul’a ge- lerek medreseye yerleşmek istediğinden,Akif,İstanbul’a döndükten sonra onu getirtmiş ve medreseye yerleştirmişti. Akif’in memuriyet hayatı 1893 den başlar ve 1913 tarihine kadar devam eder.1913 de memuriyetten istifa ettiği zaman “Umur-u Baytariye Müdür Muavini” idi.Bir taraftan da Halkalı Ziraat Mektebi’nde kitabe ve Darülfünun (ünüver- sitede) deedebiyat dersleri veriyordu.Balkan Harbinden sonra Ziraat Nezaretindeki memuriyetinden ve Darülfünun’dan istifa etmiş,yalnız Halkalı’daki vazifesine devam etmişti.
Evlenmesi
Akif,1314 senesinde İsmet Hanım’la evlendi.İsmet Hanım Tophane-i Amire veznedarı Mehmet Emin Beyin ve Hamdi Efendi kızı Hasibe Hanım’ın kızıdır.Mehmet Emin Bey,hali vakti yerinde, kibar ve değerli bir adamdı.Hırkaişerif’ teki konağı “Veznedar Konağı” diye maruftu.Akif’le İsmet Hanımın düğünleri bu konakta yapılmış,karı koca bu konakta bir ay kadar yaşamışlar,daha sonra kendi evlerine,yani Emine Şerife Hanım’ın,yangından sonra müceddeden inşa olu- nan evine geçmişler ve izdivaçlarının ilk yılında birinci çocukları cemile doğmuştu.İsmet Hanım, tam manasıyla kibar bir İstanbul kızıydı.Alımlı,derin duygulu,ince ruhlu,zeki ve görgülü bir kadındı.Akif’le evlendikten ve çocuklarını doğurduktan sonra,Şerife Hanımın küçük evi aileye dar geldiğinden,karı koca bu evden ayrılmak zorunda kalmışlar ve İstanbul’un muhtelif semtlerinde ikamet etmişlerdir.Merhum Akif,”İstanbul’da ikamet etmediğim bir semt kalmadı”diyerek sık sık ev değiştirdiklerini anlatırdı. İsmet Hanım ilk çocuğu olan Cemile’yi doğurduktan sonra;Feride’yi,sonra suat’ı doğurmuş, daha sonra sıra erkekle- re gelmiş,evvela İbrahim Naim’i doğurmuşsada bu çocuk bir buçuk yaşında ölmüş,daha sonra Emin ile Tahir’i doğurmuş; Akif’in bütün hayatında ona eş ve can yoldaşı olmuş ve evlilik hayatları kırk yıl devam etmiştir. İsmet Hanım,Akif’in 1936 davefatından sonra birkaç sene muammer olmuş,gençliğinden beri pençeleştiği nefes dar- lığı hastalığı yüzünden,son senelerde daha çok hırpalanmış ve nihayet 1944 senesinin 19 nisan günü akşam üstü vefat etmiştir.
Çalışmaları
Akif,tahsil hayatı sırasında mektepde öğrendikleriyle kanmıyarak,mektep dışında ve evinde de çalışarak tahsilini sağlamlamaya,bilgisini genişletmeğe uğraştığı gibi,memuriyet hayatına geçtikten sonra da resmi vazifelerini ifa ve iktifa etmedi.Resmi vazifelerini yaptıktan başka,muallimlik ederek ve şiir yazarak,edbi vazifeler ifasına da gayret et- ti.Fakat onun neşriyat alemine girişi daha fazla Meşrutiyetin 1908 de ilanı ile başlar. Akif,1908 senesine kadar yığın yığın yazdı.Fakat yazdıklarının birçoğunu ya kendine,yahut mahdut tanıdıklarını has- retti.Meşrutiyet Mehmet Akif’i,gazete sütunlarına,mecmua sayfalarına kağuşturdu ve Türk halkının karşısına çıkardı. Gerçi MEhmet Akif,Resmi Gazete’de bazı şiirlerini neşretmişti,fakat daha sonra tam on sene matbuat aleminden çekil- diğini ve 1324 Meşrutiyetine kadar bir şey neşretmediğini görüyoruz.Meşrutiyet,onun hayatında bir yeni doğuştur. Onun en kıymetli eserleri bu devirden itibaren intişara başladı. Meşrutiyetin ilanı üzerine şiirlerini Sırat-ı Müstakim’de neşre başlamakla beraber,memuriyetine devam ediyor,ders veriyor,Arapça’dan kitaplar tercüme ediyor ve onun bu faaliyeti fasıla ve tatil tanımıyordu.1913 te memuriyetinden ayrılması dahi onun resmi vazifelerine nihayet vermemişti.Çünkü mekteplerde ve medreselerde muallimlik ediyordu. Mehmet Akif,hiç bir zaman hayatını yalnız yazı yazmağa ve istediği gibi yazmağa hasredemedi.Hatta Mısır’da geçirdiği son on sene zarfında dahi buna muaffak olamadı.Çünkü orada da Mısır Ünüversitesi Edebiyat Fakültesi Türkçe Müder- risliği(Profesör)ne tayin olundu ve bu işle meşkul olmadığı senelerde vaktinin en büyük kısmını Kur’an tecümesini has- retti. Onun için Meşrutiyetin ilanı zamanında matbuata kağuşmakla beraber,resmi dairelerden ayrılamadı ve gazete ile kitabın temin ettiği telif hakkı,hiç bir vakit onun geliri geliri arasında yer alamadı.Buna rağmen,Akif’in memleket tanıtan, memleket halkına sevdiren asıl vasfı şairliği ve muharrirliği,bilhassa şairliğidir ve tanınma Meşrutiyetin ilanıyla başlar.
Safahat Şairi
Akif,Meşrutiyetin ilanı sırasında SAFAHAT şaiiri idi.Fakat Meşrutiyetin ilanı,Osmanlı İmparatorluğunu asırlık dertlerinden,rekabetlerin oklarından,dahili intitatların tesirinden,çöküntü amillerinden kurtaramadı.Memleket, bu yüzden adım başında güçlüklerle,buhranlarla karşılaşıyordu ve kurtuluş çaresini arayıp bulmak,bu çareye dört elle sa- rılmak günün en büyük meselesini teşkil ediyordu.Bu mesele,Mehmet Akif’i SAFAHAT şaiiri olmaktan ayırdı ve vatan şaiiri yaptı.Onun için birinci SAFAHAT’tan sonraki bütün eserleri,vatan eserleridir.Süleymaniye Kürsüsünde,Hakkın Ses- leri,Fatih Kürsüsünde,Hatıralar,Asım;hatta Gölgeler,hep vatan eserleridir ve bu sanat eserlerinin hedefi memleketin kurtuluş çarelerini belirtmek,bu çarelere baş vurulmasını,bu çarelerin gerçekleştirilmesini temin etmektir. Akif,bütün eserlerini,memuriyet,muallimlik,muharrirlik vazifesi arasında yazıyor,bir milletin bütün ıstırabını yüklenerek haykırıyor,yol gösteriyor,gecenin karanlığından sabahın aydınlığına kavuşmak için çırpınıyordu.
Seyahatleri
Akif merhum,tahsilini bitirdikten sonra,memuriyetleri dolayısiyle,iki sene kadar Rumeli’de,iki sene kadar Arnavutluk’ta,Arabistan’da dolaşmıştır.Daha sonra geçen Harb-i Umumi’den kısa bir zaman önce Mısır’a gitti.(23 Kanun- uevvel 1328 = 5 ocak 1913)Yukarı Mısır’ın El-Uksur’daki eski abidelerini de ziyaret ettikten sonra Mısır’dan Hicaz’a geç- ti.Medine-i Münevvere’yi ziyaret etti ve buradan İstanbul’a döndü(20 Şubat 1328 = 5 Mart 1913). Kendisiyle bu Mısır seyahati esnasında Kahire’de tanıştım.Memuriyyetleri mani olmasaydı Mısır’da daha fazla kalacak Medine’den sonra Mekke’ye gidecek ve doya doya gezdikten sonra geri dönecekti.Fakat koparabildiği mezuriyet,gali- ba iki aydan ibaretti.Üstadın “El-Uksur’da” şiiri,Mısır seyehatinin edebi hatırasıdır. Akif bu seyahetlerinden geri döndükten sonra Umumi Harp koptu ve kendisi bu harp sırasında iki büyük seyehat yaptı.Birinci seyahet sırasında Berlin’i gördü.ikincisinde çöl yoluyla Necit’e gitti ve Necit’ten Medine’ye uğradı.Bu iki seyahet de Türk ve İslam menfaatlerine hizmet için yapılmıştı.Çanakkale Harbi,onun Berlin’de bulunduğu sırada tesa- düf etmiş ve şaiir o günlerin ıstırap ve heyecanını orada yaşamıştı.Şaiir bu iki seyahati iki ölmez eserle yaşatmıştır. Biri ” Berlin Hatıraları”,biri “Necid Çöllerinden Medine’ye ” dir. Umumi Harbin son senesinde,muhterem dostu Profesör İsmail Hakkı İzmirli ile birlikte Lübnan’a gitti ve orada Aliye’de Mekke Emiri Ali Haydar Paşa’nın misafiri oldu. Bu sırada Meşihat-ı İslamiyet’de Dar-ül Hikmet-ül İslamiye adlı bir müessese kurulmuş,Akif bu müessesenin başkatip- liğine tayin olunmuş ve Lübnan’dan dönüşünde bu vazife ile de meşkul olmuştur.
Mütareke ve Milli Mücadele
1914 Harbi,1918 de imzalanan meş’um Mütareke ile nihayet bulduktan sonra,galip devletler,Osmanlı Devletini,tasfiye ile kalmıyarak,Türk’ün öz yurdunu parçalamak niyetiyle hareket ettiklerini göster- mişler ve Türk yurdunun her tarafına saldırmaya başlamışlardı.Umumi Harpten son derece bitkin bir halde çıkan Türk milleti,bu muameleyi mukavemetle karşılaşmak zorunda kalmış ve bu yüzden memleketin her tarafında ayaklanmalar çıkmıştı. Akif,bu ayaklanmaların değerini ve lüzumunu anlamakta dakika kaçırmıyarak evvela Balıkkesir’e koşmuş ve oradaki mücahitlerle gürüşmüş(şubat 1336 = 1920),orada hitabeler iradetmiş;halkı ayaklanmaya ve istiklalini kurtarmak için savaşmaya çağırmıştı.İstanbul Hükümeti onun bu hareketinden kuşkulanmış,onu Dar-ül-Hikmet’den azil ile mukabelede bulunmuştu.Fakat Akif,derslerini ve yazılarına devam ediyordu. Anadolu kıyamının umumileşmesi ve Milli Mücadele ruhunun bütün memleketi kaplaması üzerine,Anadolu’ya iltihaka karar verdi ve bir gün erkenden yola çıktı.Üsküdar Parkında yolarkadaşıyla buluştu ve Alemdağı yolunu tutuktan sonra deniz kıyısına vardı,orada bulduğu vasıta ile İnebolu’ya çıktı ve İnebolu’dan Ankarara’ya hareket etti.Bir müddet sonra Ankara’da çıkan “Yeni Gün”de onun muvasalat haberini okumuş ve Menzil-i maksuda selamet ile vardığını anlamıştık. Üstad,Ankara’ya yerleştikten bir müddet sonra ailesinin de Ankara’ya gönderilmesini istedi.Refikası,validesi ve çocuk- larıda yola çıktılar ve onu iltihak ettiler. Üstad’ın Ankara’ya varmasından sonra Konya isyanı kopmuş,o da bu delaletle mücadele etmek üzere Konya’ya koş- muş;isyanın bertaraf edilmesine yardım etmiş,sonra Ankara’ya gelmiş,Ankara’dan Kastamonu’ya gitmiş,burada Nasrul- lah Camiinde,apayrı büyük bir eser olan,bir mev’ize irad etmiş ve mev’izede,galiplerin Türkiye’ye yüklemek istedikleri Sevr Muahedesinin iç ve dış yüzünü,kimsenin kalbinde zerre şüphe bırakmıyacak vuzuh ve kesinlikle anlatmış,başka bir şey olmadığını bütün açıklığıyla göstermiş;bütün Kastamonu muhiti bu sayede layıkıyla aydınlanmış,daha sonrada bu mev’ize basılmış ve memleketin her tarafına dağılmıştı.
İstiklal Marşı
Akif,Kastamonu’dan Ankara’ya döndü(25 kanunuevvel 1336 = 1920).Kendisi,Burdur Mebusu sıfatıle Birinci Büyük Millet Meclisine seçilmiş ve bu Meclisin bütün mesaisine iştirak etmiştir.1337(1921)senesinin 17 şubat günü İSTİKLAL MARŞI’nı yazdı ve kahraman ordumuza ithaf etti.Büyük Millet Meclisi 12 mart 1337 günü,bu marşı kabul etti ve Akif,marş için açılan müsabakayı kazanacak olana tahsis edilen 500 lirayı da orduya hediye etti. Sakarya Harbi’nin en buhranlı sıralarında,her ihtimale karşı Ankara’dan hicret başladığı zaman,Sakarya’nın düşmana mezar olacağı hakkındaki kanaati sarsılmamış ve Ankara’dan ayrılmamıştı.Bülbül Leyla Nazif’e Cevap başlıklı şiirleri,onun bu sıralarda Ankara’da yazdığı eserleri arasındadır.
Mısır hayatı
Birinci meclis’in vazifesinin,zaferi kazanmakla son bulması üzerine,İstanbul’a geldi ve Abbas Halim Paşa’nın daveti üzerine,1339 teşrinievvelinde(1923)Mısır’a gitti.O kışı Mırsır’da geçirdikten sonra,baharda döndü.Artık her kışı Mısır’da,yazı İstanbul’da geçiriyordu.Prens Abbas Halim Paşa,onu maişet derdinden kurtarmayı taahhüt etmiş,onun hu- zur içinde çalışmasını ve istediği eserleri yazmasını temin etmek istemişti.Paşa,bu suretle Türk irfanına ve edbiyatına büyük bir hizmet ediyordu.Akif,Mısır’a ilk gittiği seneyi,gezip dolaşmakla geçirdi ve ilkbaharda İstanbul’a dönünce kendi evine dönüp çalışmayı umdu.Fakat burdada eşleri dostları imkan vermediler.Aynı yılın kışını yine Mısır’da geçirdi ve ça- lışmağa başladı”Fravun’la Yüz Yüze”eseri,onun hakikaten çalışmağa başladığını ispat ediyordu.Fakat ertesi yaz İstan- bul’a geldiği zaman,yeni bir resmi vazife ile karşılaştı.Diyanet İşleri Riyaseti,Kur’an-ı Kerim’in tercümesini ona,tefsirlerini merhum Elmalılı Hamdi Efendiye vermek teşebbüsünde idi.Akif’in niyeti,kendi eserlerini,bilhassa”İkinci Asım”ı yazmak ve Milli Mücadelemizin destanını yaratmaktı.Birinci Asım’ın intişarı üzerine bizzat kendisi bu tasavvurunu bana söylemiş, Birinci Asim’ın intişarını Tevhit-i Efkar’a yazarken,İkinci Asım’a işaret etmemi istemiş,bende onun dediğini yapmıştım. Kendi eserini yazmayı,Kur’an-ı Kerim’i tercümeye tercih etmesi bahis mevzuu değildi.Fakat bu işi deruhte ederse,bütün vaktini ve emeğini bu işe hasrettiği halde,muvaffak olamıyacak,muvaffak olamamak yüzünden,sarf ettiği vakit ve emek boşa gidecekti.Ondan sonra asıl yazmak istediği eserlere vakit kalıp kalmıyacağını ALLAH bilirdi.Akif,bu nokta-i nazarı anlatmak için ne kadar uğraştıysa da muvaffak olamadı.Çünkü herkes onun muvaffak olacağına kaniydi ve onun bu işi üzerine alması için ısrar ediyordu.Neticede Akif bu işi üzerine aldıktan sonra altı,yedi sene çalıştı.Hilvan’da adeta inziva hayatı geçirerek uğraştı ve sonunda memnun olmadı,işi başardığına inanmadığından kendini mesuliyetten ibra ettirmek için çalıştı.Diyanet İşleri Reisliği de tercüme ile birlikte tefsir işini merhum Elmalılı Hamdi Efendi’ye devretti ve Akif’i ibra etti.Akif,altından kalkılamayacak derecede büyük ve ağır bir işe,bütün varlığını vermiş ve altı yedi senesi,bu işin aza- meti karşısında eriyip gitmişti.Sonunda iyi yapamamış olduğuna inanmış ve bu altı yedi sene içinde yapabileceği işi de ikinci bir Akif’in yetişmesine kalmıştır. Onu Mısır’da yakalayan ikinci bir resmi iş,Mısır Ünüversitesinin Edebiyat Fakültesinde Türkçe Profesörlüğü idi. 1926 dan başlayarak,Mısır Ünüversitesi Edabiyat Fakültesinde Türk Edebiyatı okuttu.Haftada iki saatten ibaret olan derslerinden geri döndükçe Kur’an tercümesiyle meşkul oluyordu.Kur’an tercümesinin müsveddelerini tamamladıktan sonra,eserin üzerinde yeniden çalıştı.Fakat bu sırada,siroz’a tutulmuştu.Hastalığın ehemmiyetitini birdenbire anlayama- mış ve bunu bir hava tebdili ile geçeceğini sanarak Lübnan’a gitmiş,buradan Ağustos 1936 da Antakya’ya gelmiş,fakat Mısır’a hasta olarak dönmüştü. Mısır’dan sıkılmıştı ve memlekete dönmeyi özlüyordu.Siroz,onu harap etmiş,bir deri bir kemik haline getirmişti.İstan- bul’a geldiği gün en yakın dostları bile onu tanımakta güçlük çekmişlerdi.Bizzat kendisi”Canlı bir cenazeden farksızım” diyordu. İstanbul’da gayet ciddi bir tedavi gördü.Hastanede yattı,Mısır apartmanında kaldı,Alemdağı’nda Sait Halim Paşa’nın köşkünde ikamet etti.Fakat hastalığının önüne geçiemedi. Nihayet,Üstad,27 Aralık 1936 akşamı saat yirmiye doğru bu fani dünyaya gözlerini yumdu ve ertesi gün Türk gençliğinin elleri üzerinde,Edirnekapı’daki şehitliğe defnedildi.
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder