İngilizler, Vahhabîlik ve Kürt Nakşîliğinin Türklüğe karşı gizli ittifakı
İngilizler, Vahhabîlik ve Kürt Nakşîliğinin Türklüğe karşı gizli ittifakı
Osmanlı-Türk toplumunda dinsel doku
Osmanlı-Türk toplumu günümüzde genellikle, Şeriatçılar tarafından idare edilen bir Şeriat toplumu sanılır. İşin ilginç yanı bu yanlış, hem Şeriatçılar hem de Şeriat karşıtı laikler arasında tartışmasız kabul görür. Oysa Osmanlı Devleti hiçbir zaman Şeriatla yönetilmemiştir....
Osmanlı’nın Şeriatçılığının kanıtı olarak öne sürülen Şeyhülislamlık kurumu devlette ancak bugünkü Diyanet İşleri kadar etkiliydi. Halifelik, Yavuz döneminde bir unvan olarak alınmış ama II. Abdülhamit’e kadar kullanılmamıştı. II. Abdülhamit bile bugünkü Şeriatçılara göre oldukça laik bir yönetici sayılabilir. Bu önemli bir devlet ve teokrasi tartışmasıdır. 1960’lı yıllarda Niyazi Berkes tarafından çözüme kavuşturulmuştur.
Osmanlı Şeriat toplumudur diyenlerin diğer kanıtı ise Osmanlı-Türk toplumsal yapısındaki tarikatların konumudur. Fakat burada da yukarıda bahsettiğimiz kadar ciddi bir yanılgı vardır. Tarikatlar toplumda gerçekten etkindi ama bugünkü şekilleriyle ve duruşlarıyla bir benzerlikleri yoktu. Bugünkü anlamıyla Şeriatçı ya da İslamcı değillerdi. Aksine Şeriatçı hareket bunların tasavvuf anlayışını da hedef tahtasına koyarak ortaya çıkmıştı.
Şeriatçılığın iki kaynağı olan Arap Vahhabîliği ile Kürt Nakşîliğinin saldırı noktaları temelde aynıydı. Yalnız Vahhabîler cepheden saldırırken, Kürt Nakşîleri içerden bir sızma operasyonuyla yol almışlardır.
Türk tasavvufunun temeli bilindiği gibi kaynağını Hoca Ahmed Yesevî’den alan Türkistan okuludur. Bu işin mayası burada çalınmıştır. Hacı Bektaşî Velî, Mevlana ve Yunus Emre bu mayanın en önemli temsilcileridir. Türkler arasında yayılan Arap ya da İran kökenli tasavvuf akımları bile bu mayanın etkisiyle farklı şekillere bürünmüş, Türk’e özgü haller almışlardır. Hatta Araplar arasında kâfir ilan edilen İbni Arabî gibi vahdet-i vücud akımının en önemli temsilcisi bile gelip Selçuklu Devleti’ne sığınmıştı. Takipçileri ise Osmanlı Devleti tarafından korunmuş ve saygı görmüştü. Dolayısıyla İbni Arabî bile gerçekte köken olarak Arap ise de yaşam bulduğu atmosfer açısından Türk’tür.
Temelinde Tanrı sevgisinin, Tanrı’yla bir olma çabasının yattığı Türk tasavvufu bu haliyle gerçekte Osmanlı-Türk toplumunun manevî harcını oluşturan öğelerin başında geliyordu.
Osmanlı’yı ve Türk dinsel-tasavvuf anlayışını düşman edinen iki akımın yaklaşık aynı dönemde ortaya çıkması tabii ki tesadüf değildi. Türklüğe karşı Arap Şeriatçılığının lideri olan Vahhabîlik ve yine aynı düşmana karşı Kürt Şeriatçılığını icat eden Halidîlik fikirsel olarak da çok yakınlardı.
Vahhabîliğin Türklük ve tasavvuf düşmanlığı;
Osmanlı-Türk toplumunda dinsel doku
Osmanlı-Türk toplumu günümüzde genellikle, Şeriatçılar tarafından idare edilen bir Şeriat toplumu sanılır. İşin ilginç yanı bu yanlış, hem Şeriatçılar hem de Şeriat karşıtı laikler arasında tartışmasız kabul görür. Oysa Osmanlı Devleti hiçbir zaman Şeriatla yönetilmemiştir....
Osmanlı’nın Şeriatçılığının kanıtı olarak öne sürülen Şeyhülislamlık kurumu devlette ancak bugünkü Diyanet İşleri kadar etkiliydi. Halifelik, Yavuz döneminde bir unvan olarak alınmış ama II. Abdülhamit’e kadar kullanılmamıştı. II. Abdülhamit bile bugünkü Şeriatçılara göre oldukça laik bir yönetici sayılabilir. Bu önemli bir devlet ve teokrasi tartışmasıdır. 1960’lı yıllarda Niyazi Berkes tarafından çözüme kavuşturulmuştur.
Osmanlı Şeriat toplumudur diyenlerin diğer kanıtı ise Osmanlı-Türk toplumsal yapısındaki tarikatların konumudur. Fakat burada da yukarıda bahsettiğimiz kadar ciddi bir yanılgı vardır. Tarikatlar toplumda gerçekten etkindi ama bugünkü şekilleriyle ve duruşlarıyla bir benzerlikleri yoktu. Bugünkü anlamıyla Şeriatçı ya da İslamcı değillerdi. Aksine Şeriatçı hareket bunların tasavvuf anlayışını da hedef tahtasına koyarak ortaya çıkmıştı.
Şeriatçılığın iki kaynağı olan Arap Vahhabîliği ile Kürt Nakşîliğinin saldırı noktaları temelde aynıydı. Yalnız Vahhabîler cepheden saldırırken, Kürt Nakşîleri içerden bir sızma operasyonuyla yol almışlardır.
Türk tasavvufunun temeli bilindiği gibi kaynağını Hoca Ahmed Yesevî’den alan Türkistan okuludur. Bu işin mayası burada çalınmıştır. Hacı Bektaşî Velî, Mevlana ve Yunus Emre bu mayanın en önemli temsilcileridir. Türkler arasında yayılan Arap ya da İran kökenli tasavvuf akımları bile bu mayanın etkisiyle farklı şekillere bürünmüş, Türk’e özgü haller almışlardır. Hatta Araplar arasında kâfir ilan edilen İbni Arabî gibi vahdet-i vücud akımının en önemli temsilcisi bile gelip Selçuklu Devleti’ne sığınmıştı. Takipçileri ise Osmanlı Devleti tarafından korunmuş ve saygı görmüştü. Dolayısıyla İbni Arabî bile gerçekte köken olarak Arap ise de yaşam bulduğu atmosfer açısından Türk’tür.
Temelinde Tanrı sevgisinin, Tanrı’yla bir olma çabasının yattığı Türk tasavvufu bu haliyle gerçekte Osmanlı-Türk toplumunun manevî harcını oluşturan öğelerin başında geliyordu.
Osmanlı’yı ve Türk dinsel-tasavvuf anlayışını düşman edinen iki akımın yaklaşık aynı dönemde ortaya çıkması tabii ki tesadüf değildi. Türklüğe karşı Arap Şeriatçılığının lideri olan Vahhabîlik ve yine aynı düşmana karşı Kürt Şeriatçılığını icat eden Halidîlik fikirsel olarak da çok yakınlardı.
Vahhabîliğin Türklük ve tasavvuf düşmanlığı;
Vahhabîlik bugünkü Suudi Arabistan’ı yöneten Suud kabilesin arasında ortaya çıkmış ve onlar tarafından korunmuştu. Hem Suudi egemenliğinin hem de Vahhabî akımının doğmasında da gelişmesinde de birebir İngiliz desteği vardı. 1792 yılında ölen Muhammed bin Abdülvahhab’ın temel özelliği kendisi ve takipçileri dışında hiç kimseyi, özellikle de Osmanlı Devletini ve Türkleri Müslüman saymamasıydı. Suudi-İngiliz ortaklığı daha ilk baştan Türk ve Osmanlı karşıtı bir siyasi çizgi kurmuştu. Tabii ki bu siyasete eşlik eden dinsel akım olan Vahhabîliğin de tasavvuf ve özellikle de Türk’ün İslam anlayışına düşman olması tesadüf değildi.
Vahhabîler kendilerini Selefî olarak adlandırıyorlardı. Seleflere yani eskilere, önce gelenlere, Hz. Muhammed ve sahabelere uyan tek kesim olarak da kendilerini gösteriyorlardı. Bu uymanın kurallarını da kendileri istedikleri gibi belirlemişlerdi. Arap çöl hayatı ve gelenekleri dinin temel kuralları gibi gösterilerek dayatılıyordu. Böylece de bunlara uymayan herkes dindışı ilan ediliyordu.
Vahhabîler, Hıristiyan Batı emperyalizminin etkisini çok kurnazca kullandılar. Hıristiyan Batıya karşı çıkabilmek için Müslümanları Şeriata en katı şekliyle uymaya çağırdılar. Ki bu da bahsettiğimiz gibi kendi gelenek ve yorumlarıydı. İşlerine geldiği gibi bir Şeriat tanımladılar ve böylece Şeriatçı akım doğmuş oldu. Osmanlı Türk Devleti’nin aslında laik bir yapısının olduğunun farkındaydılar ve bu yapıyı hedef aldılar. Türkler onlara göre dinsizdi ve en başta onlardan kurtulmak gerekiyordu. Bunun için de İngilizlerle birlikte davrandılar.
Bu “eskiye dönüş” sendromunun ve katı Şeriatçılığın Türk tasavvufuna neden savaş açmış olduğu anlaşılırdır. Hz. Muhammed’in kabrini bile “bidat” diyerek yıkmaya kalkan bu anlayış tabii ki Türk tasavvufunun hoşgörüsüne düşman olacaktı.
Vahhabîler kendilerini Selefî olarak adlandırıyorlardı. Seleflere yani eskilere, önce gelenlere, Hz. Muhammed ve sahabelere uyan tek kesim olarak da kendilerini gösteriyorlardı. Bu uymanın kurallarını da kendileri istedikleri gibi belirlemişlerdi. Arap çöl hayatı ve gelenekleri dinin temel kuralları gibi gösterilerek dayatılıyordu. Böylece de bunlara uymayan herkes dindışı ilan ediliyordu.
Vahhabîler, Hıristiyan Batı emperyalizminin etkisini çok kurnazca kullandılar. Hıristiyan Batıya karşı çıkabilmek için Müslümanları Şeriata en katı şekliyle uymaya çağırdılar. Ki bu da bahsettiğimiz gibi kendi gelenek ve yorumlarıydı. İşlerine geldiği gibi bir Şeriat tanımladılar ve böylece Şeriatçı akım doğmuş oldu. Osmanlı Türk Devleti’nin aslında laik bir yapısının olduğunun farkındaydılar ve bu yapıyı hedef aldılar. Türkler onlara göre dinsizdi ve en başta onlardan kurtulmak gerekiyordu. Bunun için de İngilizlerle birlikte davrandılar.
Bu “eskiye dönüş” sendromunun ve katı Şeriatçılığın Türk tasavvufuna neden savaş açmış olduğu anlaşılırdır. Hz. Muhammed’in kabrini bile “bidat” diyerek yıkmaya kalkan bu anlayış tabii ki Türk tasavvufunun hoşgörüsüne düşman olacaktı.
Kürt Nakşîliği-Vahhabîlik benzerliği
Nakşîlik daha bir Türk tarikatıyken bile diğer akımlardan katı tutumuyla az da olsa ayrılıyordu. Kürt Nakşîliğinin kurucusu Şeyh Halid bu zemini çok iyi kullandı ve çarpıttı. Onun elinde Nakşîlik, hâlâ tasavvufun içinde yer alıyor gibi görünen ama gerçekte ondan tamamen kopmuş bir akıma dönüşmüştü.
Tüm tarikatlar da tüm Müslümanlar da gerçekte Hz. Muhammed’e ve onun döneminde yaşayan ilk Müslümanlara tabii ki saygı duyuyorlar ve örnek alıyorlardı. Fakat “selef”in gerçek ve tek temsilcisi olma iddiası; ilk olarak Vahhabîler tarafından sonra da Kürt Nakşî akımı tarafından savunulacaktı.
Gerçi Nakşîbendiler, Halid’den yaklaşık yüz yıl önce daha 1600’lerde Babür Devleti döneminde bu fikre gelmişlerdi. Daha çok İmam-ı Rabbanî olarak tanınan Ahmed Sirhindî; “Nakşîbendîlerin yolu, kesinlikle Peygamber’in dava arkadaşlarının yoludur ve Nakşîbendîler onlarla aynı seviyededir.” diyordu. Şeyh Halid ise inancının selefle birebir aynı olduğunu tarikatının ise Hz. Ebubekir’in tarikatı olduğunu söylemiştir. Bu tasavvufun ana çizgisinden ilk kopuştur. Tüm tarikatların silsilesi Hz. Ali’ye çıkarılırken Nakşîliğin bu kolu kendisini Hz. Ebubekir’e bağlayarak Sünnî tarikatlardaki Ehl-i Beyt vurgusunu ortadan kaldırmış oluyordu. Fakat esas mesele buradaki “selef” vurgusunun Vahhabîlerle aynı şekilde ve aynı nedenle yapılmış olmasıydı.
Şeyh Halid, İslam ümmetinin doğru yoldan ayrıldığı iddiasındaydı. Açıkça söylemese de bunun sebebinin Osmanlı-Türk yönetimi ve onun manevî dokusunu oluşturan Türk tasavvufu olduğunu düşündüğü açıktı. Yoldan çıkmaya karşı doğru yola yani Şeriata dönme fikri ilk kez onun tarafından savunuldu. Halid kısaca üç nokta üzerinde duruyordu: Tashih el-itikad; yani inancın ulemaya göre düzeltilmesi. Tervic eş-şeria, yani ortadan kalkmış olan Şeriatın yeniden kurulması ve Şeriat kurallarının Müslüman olmayanlara da uygulanması.
Kısacası Halid, bu fikirleriyle Osmanlı Türk toplumunu inançsız, Şeriattan kopmuş ve düzeltilmesi gereken bir kitle olarak tanımlıyordu. Fakat bu bahsettiği “selef” ve “Şeriat” kavramları da en az Vahhabîlerinki kadar sonradan uydurulmuştu. Ve ilginç bir şekilde onların kavramlarına benziyordu!
Tabii ki onun tanımladığı inanç ve Şeriata, Türk tasavvuf geleneği uymuyordu. Fakat burada Şeyh Halid açısından zor bir durum vardı. Vahhabîler tasavvufu tümden reddetmişlerdi. Ama Halid bizzat kendisi bir tarikat örgütlüyordu. Tasavvufa doğrudan karşı çıkması düşünülemezdi. Bu nedenle bir ara yol buldu. Tasavvufu açıkça reddetmeden yok etmeyi tercih etti. Sık sık Rabbanî’nin “Hesap günü geldiğinde, insanoğluna Şeriata ne kadar uyduğu sorulacaktır, tasavvufa değil.” sözlerine gönderme yapıyordu. Böylece gerçekte Türk tasavvufunu reddederek yapamayacağı tahribatı onun içine sızarak yapmayı tercih etmişti. Bu stratejisi de büyük oranda tutmuştur.
Türk mayasına Arap-Kürt saldırısı ve İngiliz emperyalizmi
Hem Arap Vahhabîliği hem de Kürt Nakşîliği gerçekte Türk devletine ve Türk mayasına karşı harekete geçmişlerdi. Ve yine bunu yaparken arkalarındaki esas güç İngiltere idi. İngiltere, Dünya hâkimiyeti peşindeydi. Dünya hâkimiyeti için de Ortadoğu’ya yerleşmesi gerektiğini çok iyi biliyordu. Bunu yapabilmesi için de önündeki en büyük engel olan Osmanlı Türk Devletini ortadan kaldırmalıydı. Vahhabîlik Arapları örgütledi ve ayaklandırdı.
Kürt Nakşîliği ise Kürtleri örgütleyip ayaklandıracaktı ama diğer taraftan da Türklerin arasına karışarak, Türklerden de müritler edinerek daha kapsamlı bir operasyona girişecekti. Bu Türklüğün esas varlık dayanağı olan Türklük mayasına yapılan bir saldırıydı.
Halidîliğin kendisine taraftar bulduğu dönem Türkiye’de hem Kürtçülüğün hem de Şeriatçılığın ortaya çıktığı dönemdir. Özellikle 1826 Yeniçeri Kırımı ve 1839 Tanzimat’ın ilanı ile başlayan bu süreçte Halidîlerin çok önemli bir fonksiyonu oldu. Devleti, yöneticileri, toplumu, dini ve hatta Türkleri bölmeyi başardılar. İngilizlerin aradığı zemin de böylelikle Halidîlerin katkısıyla oluşturuldu.
Bugün Ortadoğu’da, Vahhabî-İslam ile Nakşî Kürt-İslam akımları rekabet halindedir. Birinin başında Suudiler, diğerinin başındaysa AKP vardır. Fakat her iki akım için de 200 yıldır değişmeyen şey Türklüğe saldırıdır
Kaya Ataberk
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder